20 Eylül 2010 Pazartesi

GRİYLE YEŞİLİN BARIŞI LONDRA PARKLARI


Şehir yaşamını gözümüzde canlandırdığımızda fon hep gridir, gürültülüdür değil mi? Şehir karmaşısından uzaklaşmak için özel alanlar vardır, yollar katedersiniz yeşile ulaşmak için. Bu böyle beynimize yerleşmiştir. Şehir yorulmak için, köy dinlenmek için. Oysa modern Avrupa kentlerine bakınca gıpta etmemek elde değil. Huzuru ve kaosu bir arada tutabilmek, küçük yeşil kaçış noktalarıyla dengeyi sağlamak aslında mümkünmüş.
Londra’da geçirdiğim günler yazık benim Ankarama diye iç geçirmelerle geçti. Dünyanın en yoğun insan trafiğine sahip şehrinde yaşamaya korkar insan ama öyle bir yapısı var ki şehrin, korktuğun an seni kucaklayacak uçsuz bucaksız çimler, neşelenmek için binbir etkinlikler, kendini özgür hissetmek için alanlar yanıbaşınızda. Kısaca yeşil huzur noktalarıyla bezenmiş Londra parkları...
Şehrin neresinde olursanız olun mutlaka yürüme mesafesinde bir parka erişmek mümkün. Zaten en büyük ve en meşhur park Hyde Park Londra’nın merkezinde birden fazla semti kapsayacak şekilde bir alana sahip. Burada yapılacak şeyler o kadar sınırsız ki. Gece gündüz piknik yapmak, öğle yemeği molası vermek, göl kenarında kahve içmek, ilginç hayvanlar, bitkiler seyretmek, spor yapmak, güneşlenmek, konserlere katılmak vs. vs. Kısaca oksijen içeren her türlü aktivite mevcut. Kasvetli havası ve tükenmeyen insan trafiğine rağmen yemyeşil ve inanılmaz bakımlı parklar şehrin içinde başka bir şehir sunuyor adeta. Piknik kavramı bizdeki gibi senede nadir günlerde güneşli havayı bekleyip çoluk çocuk minibüse dolup bir ormanlık piknik alanına gitmek sonra da orayı kül etmek gibi bir aktivite değil. Burada piknik bir rutin. Hemen yanıbaşındaki marketten sandvicini alıp uzanan piknikçiler de var, son derece şık piknik takımlarıyla bunu adeta bir ritüel şekline sokan profesyonel piknikçiler de. Piknik kafamda mangal yakma ve akabinde o ormanın yanmasıyla öyle özdeşleşmiş ki sanki başka bir dünyadaymışım gibi hissettim. Enstrümanını , içkilerini alıp çalıp eğlenen gruplar, özgürce koşan yuvarlanan çocuklar, uçurtma uçaranlar, frizbi oynayanlar, laptopini açmış çalışanlar, sanatını icra edenler, tam bir insan cümbüşü. Herkes eşit, herkes huzurlu, herkes özgür. Özenmeyelim de ne yapalım?
Bir de Ankaramızı ele alırsak. Zaten rengimiz hep sarıydı hiç yeşeremedik. Dünden bugüne değişen şeyse yükselen bloklar, her yanı kapalı alışveriş merkezleri ve adım başı fiskiyeli havuzlar. Denizimiz yok, çocukların özgürce koşup oynayacağı yemyeşil parklarımız yok ama çok şekilli köprülerimiz, insanın içini serinletmesi umulan fiskiyeli süs havuzlarımız var. Özenmeyelim de ne yapalım? Belki bizim de piknik kültürümüz zarar vermekten öteye geçebilseydi bakımlı parklarımız olurdu kim bilir. İronik bir şekilde bizde “park” alışveriş merkezlerine isim oluyor genelde. Modern şehirleşme dediğimiz şey aslında ihtiyacımız olan şey mi tartışılır ama nefes alınamayan bir yerde modernleşmek kime ne yarar sağlar bilinmez. Dilerim Avrupa kentlerinden gıpta ederek döndüğümüz günler yerini özleyerek döndüğümüz günlere bırakır.
Serzenişi bir kenara ayırırsak bizim gidecek pek afilli parklarımız yok ama yolunuz Londra’ya düşerse diye size mini bir park rehberi çizmeden geçemeyeceğim. Hyde Park zaten es geçebileceğiniz bir park değil bir köşesinden girin ve kendinizi doğaya bırakın. Serpentine nehri tarafında sanat galerisini gezip her sene farklı bir tasarımla yenilenen cafesinde bir kahve molası verin. Bir Pazar aktivitesi için Richmond Park’ta bisiklet kiralayıp belirli güzergahı takip ederek geyiğinden, ördeğe türlü hayvanları seyrederek bir pubda soluklanacağınız keyifli bir bisiklet turu ayarlayabilirsiniz. En popüler alışveriş caddelerinden High Street Kensington’dan elinizde torbalarınızla bir köşeden cupcake alıp kendinizi Holland Park’a alışveriş molasına bırakbilirsiniz. Turistik takılcaksanız da Buckingham Sarayını sincaplar eşliğinde karşıdan görebileceğiniz St. James parkından geçerek şehir turunuzu devam ettirebilirsiniz. Bebekli bir aileyseniz de pusetle Londra’yı parklar arasından gezmeniz mümkün. Hatta parklarda pusetli anneler o kadar fazla ki puset yürütmek bir spor olmuş ve toplu puset yürütme etkinliği bile var. Bir de geceler var ki hava da güzelse tadından yenmez park konserleri. Özellikle yazın konser, festival olmayan bir park görmek imkansız gibi. En güzeliyse Hampstead Park piknik konserleri. Piknik sepetinizi alıp çimler üstünde dünya standardında canlı konser izlemek gibisi yok.
İşte imkan sunulunca şehir kaosundan mızmızlanmaya da gerek olmuyormuş. Londra o gri havasına yeşili böyle sokabilmişse biz de mis havamıza hak ettiği rengi kazandırırız umarım. Böylelikle başka ülkelerin bahçeleri bize Alice Harikalar Diyarı etkisi yaratmak zorunda kalmaz. Yeşil düşlerle kalın...

http://www.magdergi.com/component/flippingbook/book/39-mag-online-dergi-eylul-2010/8-2010.html

GEZDİM DURDUM BODRUM


Kendini eylül zanneden bir haziran ayından sonra şehirde yaşayanlarda yaz özlemi iyice arttı. Geçtiğimiz yıl ettiğimiz yağmur duaları biraz geç de olsa bu yaz kendini fazlasıyla gösterdi ve kapalı havanın sendromuna dayanamayan ben soluğu her daim yazı yaşayan Bodrum’da aldım. Ben bu satırları yazarken belki Bodrum hala dinginliğini sürdürüyor olacak ama siz bu satırları okuduğunuzda Bodrum her yaz olduğu gibi hiç şüphesiz cıvıl cıvıl coşuyor olacak. Bu yüzden hem sakin hem eğlenceli bir tatil arzulayanlar için Bodrum keşiflerimle geri döndüm.

Meğer Bodrum’u keşfetmek pek çok yaz alabilecek bir deneyimmiş. Deniz, her koyda bambaşka güzel. Bundan faydalanmanın en güzel yolu ise tabi ki tekne turu. Denize doymak istiyorsanız mutlaka bir grup arkadaşınızla marinadan günübirlik tekne turlarını denemelisiniz. Bitez'in serin tertemiz koyları keşke balık olsam hissi yaratacak sizde. Beachler tercihinizse de Bodrum'da sayısız her zevke hitap eden plajlar bulunmakta. Benim gözlemlediğim kadarıyla artık Türkbükü tahtını Gündoğan'a bırakıyor. Gündoğan'ın masmavi temiz suyu ve dizi dizi açılan oteller ve balık restoranları capcanlı bir sahil sunuyor. Tatil için Gündoğan’ı tercih eden ünlülerinse vazgeçilmez adresi hoş ambiyansıyla Hamak Otel. Gündoğan’da geçen günü akşam rakı balıkla sonlandırmak isterseniz de kesinlikle Reana’yı denemelisiniz.

Daha dinamik, elit ama afili sosyeteden arınmış bir beach arıyorsanız da favori plajım Cafe Sarnıç’a mutlaka gitmelisiniz. Sörfçülerin koyu Bitez’de güzel müzik, güzel yemekler, sıcak hizmet anlayışı ve birbirini sanki yıllardan beri tanıyan insanlardan oluşan bir ortamla kendinizi sanki evinizin plajındaymış gibi hissedeceksiniz. Bitez’e gitmişken de Bitez dondurmasını yerinde tatmadan olmaz, özellikle konyaklısı başka hiçbir yerde bulamayacağınız bir tat.

Her daim canlılığını yitirmeyen hatta canlı yayınla paparazzilerden izleme fırsatı olan Türkbükü plajları ise haftasonu sosyete şöleni yaşamak isteyenler için ideal. Klasik Türkbükü plajları dışında bu sene yenilenen Voyage Beach ve Bianca sezona iddialı başlayacak gibi duruyor. Ayrı ve geniş tesis olanaklarıyla bir plajdan öte sosyal alan olan bu beachlerde günü doya doya yaşamak mümkün. Ayrıca bu yaz Türkbükü koyuna eklenen Bodrum Mantı Casitayla yarışacak gibi duruyor.

Hem denizinden hem kusursuz hizmetten faydalanmak ama curcunadan arınmak istiyorsanız da devamlı yenilenen otellerin plajlarını denemelisiniz. İlk aklıma gelenler Torba’da estetik ihtişamıyla Casa Dell’Arte, Gölköy voco beach, Asarlık’ın muazzam koyunda İsis Otel ve bu yaza damgasını vuracak içinde barındırdığı popüler mekanlar My Pavyon, Bianca ve Levendis Rum Meyhanesi ve plajıyla Bardakçı koyunda Emre Ergani’nin bu sezon açtığı Virgin Otel.

Günü beachlerde geçirdik sıra geldi günbatımına. Kuşkusuz en güzel günbatımı Turgutreis ve Gümüşlük’ten izlenir. Gümüşlük’te bir yamacın tepesinde konumlanmış sıcak mı sıcak, salaş bir o kadar da şık bir mekan olan Limon, günbatımı eşliğinde bir şeyler yiyip içmek için ideal. Gümüşlük’e gelip sıra sıra balıkçılardan birinde rakı balık keyfi yapıp takı dükkanları gezmemek de olmaz.

Turgutreis ise her geçen gün kendini geliştiren marinasıyla günbatımı eşliğinde geceyi geçirmek için uygun bir seçim. Ayrıca her sezon düzenlenen konserler ve klasik müzik festivaliyle sanatseverlere hitap etmekte. 19-20 / 22-23 Temmuz Uluslararası Klasik Müzik Festivali için Turgutreis Marina’ya uğramayı ihmal etmeyin. Turgutreis’te rakı balık keyfi içinse muazzam mezeleriyle Kadir’in yeri mutlaka denenmeli.

Marina demişken Bodrum Marina ve Yalıkavak Marina da birbirleriyle yarışır nitelikte her geçen sezon birbirlerini yenilemekte. Yatçıların her isteğini karşılamakla kalmayıp Bodrum tatilcileri için de canlı müzik mekanları ve mağazalarıyla pek çok seçeneği tek bir çatı altında sunuyor. Bodrum Merkez’e indiğinizde Marina taraflarında meşhur Liman Köftecisi, Sünger Pizza, Memedof veya yeni açılan Zazu’da yemek yiyip Marina Yacht Club’da canlı müzik ve içki keyfi yapabilirsiniz. Bu yaz Fatih Erkoç, Gelişim Orkestrası ve Zeynep Casallini düzenli sahne alıyorlar. Bodrum’un klasiklerinden Küba ve Fink de yine merkezin gözdesi olacak gibi duruyor. Merkez dışında beachlerde de gece, club’e dönüşerek eğlence tam gaz sürmekte. Bu yaz da her yaz olduğu gibi Türkbükü Ship a Hoy sezona iddialı giriyor.

Dediğim gibi Bodrum’u keşfetmek ne yazılara sığar ne yazlara. Gidip görmek, akışına bırakmak, tadına varmak en güzeli. Tabi bu akışa saydığım yerlerden başlarsanız da fena olmaz. Keyifli Bodrumlar..

http://www.magdergi.com/component/flippingbook/book/38-mag-online-summer-2010/8-2010.html

BAŞA BELA VUVUZELA


Geçtiğimiz aya tek bir ses damgasını vurdu. Güney Afrika’da gerçekleşen 2010 Dünya Kupası’nda kupa heyecanını gölgede bırakan bir fenomen de yeri göğü inleten vuvuzela sesiydi. Futbolu sevmeyeni daha da krize sokan seveni ise çileye sokan bu işkence türündeki çalgı öyle ya da böyle kupa tarihine adını yazdırdı ve maalesef tüm dünyaya kendini yaydı.
Başa bela Vuvuzela’yı tanıyacak olursak…Vuvuzela, adını kökeni Zulu dilinde gürültü anlamına gelen vuvu sözcüğünden alıyor; yani baştan ben bir gürültüyüm diye uyarıyor aslında. Bazen lepatata bazen de Güney Afrika Zurnası olarak adlandırılan Vuvuzela, 61 cm boyunda ve 100 gram ağırlığında sadece üfleyenin ritmine göre ses çıkaran bir çalgı. Tek başına zararsız gibi duran bu alet, statta toplu olarak çalındığında ise çıkardığı ses işitme kaybına sebep olabilecek 135 desibele kadar ulaşmakta. Çıkan ses ise bir senfoni orkestrası niteliğinde olmayıp yer yer fil yer yer de sinek vızıltısını andırmaktadır. Eskiden haberleşme amaçlı kullanılan bu alet günümüzde ise Güney Afrika futbolunun vazgeçilmez bir parçası olup dünya kupasıyla da dünya futboluna da adını yazdırmıştır.
İnsan sağlığına zararları tespit edilmiş olsa da, yasaklanması için propagandalar yapılmış olsa da Vuvuzela, futbol kültürünün bir parçası haline geldi ve artık Vuvuzela ile yaşamayı öğrenmek engellemekten daha önemli bir hal aldı. Öyle ki bu fenomenle yatırımcılara fırsat doğdu. Şu an Güney Afika’da en çok satan ürün vuvu-stop denilen sesi azaltan kulaklık. Ayrıca Stardocks’ın Center for Digital Music işbirliğiyle geliştirdiği devuvuzelator adlı uygulama maçı bilgisayardan izleyenler için vuvuzela sesini elemeye yarıyor. Bu sesi sevenler için de uygulamalar mevcut. Iphone’un vuvuzela uygulamasıyla kendinize gerçeğinden farksız sanal bir vuvuzela yaratabilirsiniz. Orjinaline sahip olmak için de Güney Afrika’ya gitmek gerekmiyor. Şu an internette en çok sipariş verilen ürün olan Vuvuzela’dan kendinize renk renk sipariş edebilirsiniz ama evde üflemeyi denemeyin zira Vuvuzela’dan ilallah demiş komşularınız tarafından kafanızda kırılması an meselesi olabilir.
Bayanların dırdırına tahammül edemeyip vuvuzela sesine rağmen aynı heyecanla aralıksız maç izleyen erkeklerimizse acaba kupa sonrası dırdırın ne kadar ahenkli bir ses olduğunu düşünmeye başlarlar mı? İşte o zaman Vuvuzela kadınların zaferi olacaktır. Ama ”Sus artık vuvuzela kılıklı” gibi tabirlere şahit oldukça dırdırın yerini Vuvuzelaya kaptırması zor gözüküyor.
Ne kadar sinir bozucu olsa da Vuvuzela bize futbolun kültürleri nasıl birleştirdiğini göstermiş oldu. Dünya Kupası ülkemizde düzenlense ne tür fenomenler yaratırdık diye insan düşünmüyor değil. Davulumuz, zurnamız, döner bıçağımızla biz de yeni bir akım yaratır mıydık acaba yoksa toptan dünya kupasını kaldırmaya mı sebep olurduk bunu o zaman öğreneceğiz. Bilinen bir şey var ki bu sene kupayı her kim almış olursa olsun şüphesiz asıl sahibi Vuvuzela oldu…

http://www.magdergi.com/component/flippingbook/book/37-mag-online-temmuz-agustos-2010/8-2010.html

DÜNYANIN BULUŞTUĞU YER: TWITTER


İnternet dünyasında her gün yeni bir fenomenle karşılaşmadan, hadi karşılaştık bağlanmadan sonra da sıkılıp yenisine geçmeden duramıyoruz. Global bir hastalık bu. Bazen düşünüyorum da dünya üzerinde herkesle ortak bir noktamız var o da internet manyaklığı. Facebookla tavan yapanbu sosyal ağ bağımlılığı şimdi de Twitter’la bambaşka bir boyut aldı.

Şu dialog pek çok kişinin arasında geçiyordur.
- Ya bu twitter da neyin nesi?
- Şimdi Facebook’un sadece ileti yazdığın kısmını düşün öyle işte nerde ne yapıyorsun ne düşünüyorsun yazıyorsun sürekli
- Aman çok gereksiz

Ve bu çok gereksiz diyen kişi, merakının kurbanı olduktan sonra tırnak kemirir gibi twitlemeye başlayacaktır. Ben de önce aşağılayıp, alay edip sonra da bağlanan tayfadan olduğum için garantisini verebilirim.

Twitter’a nasıl bağlandığımıza gelince. Twitter hesabınızı açtınız, önce bir boşluk evresi yaşıyorsunuz. Sizi takip eden biri olmayınca sanki boşluğa konuşuyor gibi şizofrenik duygulara kapılıyorsunuz. Sonra delilik güzeldir mantığıyla başlıyorsunuz siz de aklınıza eseni yazmaya. Sonra siz başkalarını takip ettikçe ve yazdıkça devamı geliyor ve bir anda takip eden sayınız arttıkça sorumluluk hissetmeye başlıyorsunuz. Sanal bir şöhret aslında. Twitiniz çok sevilirse bir anda yayıladabiliyor. Sırf bu amaç uğruna saatlerce kafa patlatıp twitleyenlere rastlamak mümkün.

Aynı zamanda Twitter öyle bir yer ki sıradan insanlar ünlü, ünlülerse sıradan. Twitter'ı bu kadar fenomen haline getiren şey de zaten hayranı olduğumuz insanların kendi ellerinden çıkan yazılarla o an ne yaptıklarını ne düşündüklerini takip edebilmek. İnsanın doğasında merak olduktan sonra Twitter’ın tutmaması düşünülemez. Birkaç gazeteceyi Twitter’da takip etmeye başladığınız an gazete okumanıza bile gerek kalmayabiliyor. O an nerede ne olup bitiyor anında öğreniyor ve bu kişilerin de birbirlerine karşılıklı twitleşmelerini de izleyebiliyor, izlemekle kalmayıp siz de yorum yaparak dahil olabiliyorsunuz. Hani “biz televizonda görüyoruz da Zeki Müren de bizi görecek mi?” durumu Twitter’da hayat buluyor diyebiliriz. Twitter kullanan ünlüler arasında Obama’dan Abdullah Gül’e, Ashton Kutcher’dan Sertab Erener’e kadar her daldan pek çok şöhret isime rastlamak mümkün.

Kişisel bir eğlence olmanın dışında Twitter’ın pazarlama sektörüne katkıları da yadsınamaz. Her sosyal ağda olduğu gibi Twitter’da da pazarlama stratejileri oldukça elverişli. Denebilir ki sırf twit atarak para kazanan insanlar var. Bu kişiler yani kurumların twitçileri, sürekli marka bilinirliği yaratmak adına twitleyerek hedef kitlelerine hızlı ve kolayca ulaşabilirler. Örneğin MAG’ın twitter hesabını takip ederseniz dergi başlıklarından an ve an haberdar olabilirsiniz.

Basit yapısıylaTwitter email, messenger ve facebooku kısa sürede solladı. Mobil teknolojinin de bunda payı büyük. Öyle bir sosyal ağ ki sanallığı geçti normal sosyal hayatımızın da bir parçası oldu. Gece dışarı çıktınız, etrafınızda elinde telefon insanlar sürekli bir şey yazıyor görüyorsanız muhtemelen o kişi sizi çekiştiren bir twit atıyor bile olabilir. Zaten evde otururken twit atmak out dışarda ne yaptığını twitlemek in! Papparazilerden bu kadar yakınan ünlülerinse bu hastalığa feci şekilde kapılıp her anlarını yazmaları ise olaya ironik bir hava katıyor. Benim tavsiyemse anne babaların saatlerce merak içinde çocuklarını beklemektense Twitter’a girip takip etmeleridir. Sonuçta annenizden başka kim merak edecektir ki sizi?

Özetleyecek olursak, yeni bir sosyal ağ fenomeni daha bizi sarana dek Twitter, pek çok insanın hayatının merkezinde olmaya devam edecek gibi duruyor. Takip etmek ya da edilmek kime ne kadar önemli bilinmez ama sanal da olsa insanların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri bir platform olması Twitter’a olan bu ilgiyi oldukça açıklıyor. Diyebiliriz ki eskinin kilitli günlükleri rafa kalktı Twitter’la anlık devri başladı hem de herkesin okuyacağı şekilde!

Twitter Sözlük

Tweet: özünde kuş sesi “cik” anlamına gelen tweet artık literatürde twitter’da girdiğiniz ileti olarak yer almakta
Twitlemek: Ne yaptığınıza dair attığınız her tweet
Retweet: Başkasının tweetini kendi takip edenlerinize göndermek


http://www.magdergi.com/component/flippingbook/book/36-mag-dergi-online-haziran-2010/8-2010.html

APPLE’DAN YENİ BAĞIMLILIK: IPAD


Apple yine yaptı yapacağını ve Iphone’dan sonra Ipad’le yeni bir teknolojik devrime daha imza attı. Tablet PC trendinin giderek arttığı şu günlerde farklı tasarımı ve sunduğu kolaylıklarla yepyeni bir ürün olan Ipad 3 Nisan’da Amerika’da satışa sunuldu. Bir Apple tutkunu, ipod touch bağımlısı olarak merakla beklediğim Ipad’i inceleme fırsatı edindim. Iphone’un A4 boyutunda olanını gözümüzde canlandırırsak, Ipad için “hormonlu iphone” yakıştırması yapmak pek de garip kaçmaz. Iphone kullanıcıları alışkanlıklarından olsa gerek avuçlarından taşan Ipad’le kendilerini küçülmüş hissedebilirler ama pc gözüyle baktığımızda ürünün aslında ne kadar küçük ve kullanışlı olduğu göze çarpacaktır.
Iphone veya Ipod Touch kullanan biri için Ipad’i kavramak çok vakit almayacaktır. Bu cihazlarda olduğu gibi Ipad de görselliği, multi touch kolaylığıyla webde gezinme zevki ve binlerce birbirinden farklı uygulamalarıyla diğer tablet pc’lerden farklılaşıyor. Iphone ve laptopın arasında, kullanıcıya en iyi web, email, fotoğraf, video, kitap, oyun deneyimi yaşatmak amacıyla tasarlanmış son derece dinamik bir cihaz. Bence bir iş bilgisayarı gibi değil de daha çok gençlere hitap eden, boş zamanı keyifle geçirmeyi sağlamaya yönelik üretilmiş ve ilk gününde 300 000 adet satılan kitle de bunu doğrulamakta.
Benim cihazda en beğendiğim özellik, video ve foto uygulamaları oldu. HD videoları desteklemesi, fotoğrafları sihirbaz misali yönlendirebilmek pek çok kullanıcıyı Apple’a bağlayan özelliklerden. Iphone’a kıyasla sanal klavyenin iki ele sığan boyutu da Iphone’da mesaj yazmaya çalışıp “bu benim parmağıma sığmıyor ama” serzenişini de sona erdiriyor. Ayrıca ibook uygulamasıyla da kitap okumak Ipad’de bambaşka bir tecrübe yaratıyor. Gerçek kitap okuma zevkini hiç bir elektronik cihazın vermesi beklenemez ama buna en yakınını Ipad verebilmekte diyebiliriz. Gerek ekran yapısı gerek sunduğu e-book pazarıyla, artan teknolojiyle doğru oranda azalan kitap okuma alışkanlığını yeniden kazandırması mümkün olabilir.
Ayrıca Ipad nisan sonunda çıkacak olan 3Gli versiyonuyla da mobil internetin tüm olanaklarını ayağınıza getiriyor. Ipad’i kişiselleştirip süslemek de sizin elinizde. 150 000i aşkın uygulama, MS Office uygulamalarına denk düşen iwork paketi, klavye aksesuavarı, kamera bağlantı kiti vb. aksesuarlar opsiyonel olarak kullanıcının ekleyip şekillendireceği şeyler arasında yer alıyor. Tabi bu eklentiler için ekstra bir harcama yapmak şart.
Tüm bunların yanı sıra Ipad’in de kusurları yok değil. Öncellikle en büyük hayal kırıklığı USB girişinin olmaması. Aktarımlarınızın yapılabilmesi için itunes yüklü bir bilgisayar ya da ek olarak satın alabileceğiniz kamera bağlantı kiti lazım. Ayrıca en çok tartışılan eksikliklerinden biri de flash desteklememesi. Malesef Ipad’de farmwillede tarlanızı ekip biçemeyeceksiniz. Ama öyle görünüyor ki pek çok web sitesinin Ipad’e uyumlu uygulamaları çıkacak ve flash gereksinimi bu şekilde kapatılacak. Aynı zamanda flash olmamasının pilin ömrüne kattığı zaman da yadsınmamalı. Bunun dışında multitasking özelliği olmadığı için de aynı anda iki uygulamayı kullanamıyorsunuz. Bütün bu kusurlara rağmen halen Ipad’in artıları eksilerine baskın gözüküyor ve biliyoruz ki Apple sürekli kendini geliştirdiğinden kusursuz versiyonu da çok yakında piyasaya çıkacaktır. Iphone’un da ilk başlarda aldığı olumsuz tepkileri düşünürsek şu anda bir fenomen olması ortaya koyuyor ki Apple bu işi biliyor ve dolayısıyla Ipad’in başarısı kaçınılmaz.
Gelelim bu baştan çıkarıcı cihazın bedeline. Amerika’da 16 GB’lığı 499$, 32 GB’lığı 599$, 64 GB’lık versiyonu ise 699$’a kadar çıkan ürünün Mayıs ayında Avrupa’da belli başlı ülkelerde piyasaya çıkması bekleniyor. Geçmişteki Apple ürünlerinin ülkemize gelme süresini göz önüne aldığımızda iPad’in en erken Haziran veya Temmuz ayında ülkemize geleceği tahmin ediliyor.
Bence Ipad, Tablet PC düşünenler için ideal bir seçim. Hatta sırf oyun oynayıp, video izlemek için bile sahip olmaya değer. Bir iphone kullanıcısı olan annemin pc ekranından parmaklarıyla fotoğraf büyültmeye çalışmasına zamanında çok gülmüştüm ama Apple insana teknolojide gülüncek birşey olmadığını gösteriyor resmen. Kim bilir belki Steve Jobs PC’i iphonela karıştıran ev hanımlarından yola çıkarak üretmiştir Ipadi. Şu an “yok artık o da olur mu?” diye birşey aklınızdan geçiriyorsanız bilin ki Apple şu an onun üzerinde çalışıyor.

Teknik Bilgiler
Ekran : 9.7 inch multi touch desteği bulunan LED
Ebatlar : 242.88mm x 189.7mm x 13.4mm
Ağırlık : 730 gram (3G+Wi-Fi)
Kablosuz Bağlantı : Wi-Fi, 3G ve Bluetooth
İşlemci : 1 GHz
Kapasite : 16GB, 32GB, ve 64GB olmak üzere üç farklı model
Lokasyon : Wi-Fi ve 3G destekli aGPS (Uydulardan yararlanılan GPS değil)
Sensör : Yerçekimi ve ışık sensörü
Pil: 10 saate yakın pil ömrü

http://www.magdergi.com/component/flippingbook/book/32-mag-online-mayis-2010/8-2010.html