6 Aralık 2011 Salı
Barselona Tat Çıkarma Rehberi
3 Kasım 2011 Perşembe
MUPRHY VS. SECRET
- Bir şey çok gizliyse fotokopi makinasının yanında unutulur
- Hoşlandığınız çocuk siz bol sarımsak veya soğan tükettiğiniz sırada sizinle konuşur
- Tüm paranıza kıyıp aldığınız ayakkabı siz aldıktan 1 gün sonra yarı fiyatına düşer
- Hostes kahve servisini yapar yapmaz uçak hava boşluğuna düşer
- Beyaz giyerseniz üstünüze yemek dökülür
- Akan şeride geçerseniz trafik durur
- Juliet masuscuktan zehir içer Romeo kendini öldürür
26 Eylül 2011 Pazartesi
IFW MODA ZİYAFETİ
5 Eylül 2011 Pazartesi
VE EYLÜL PERDELERİNİ AÇAR
Henüz yaz mayışıklığını üzerimden atamamışken Eylül ayı etkinlik araştırmaları beni kendime getirdi. Dayanılmaz sıcaklar, kalbi çalınmış masasız sokaklar, TV’de dönüp duran gereksiz yaz programları şehir hayatını zindana çevirmeye yetmişti. Bayram tatiliyle deniz, kum, siestaya doyan bu bedenler Eylül’e dinamik bir şekilde başlayabilir. Artık İstanbul için şehri yaşama, Ankaralılar için de İstanbul’a kaçma vaktidir.
Kendimden biliyorum plansız, takvimsiz, aramadan, not etmeden hiçbir şekilde sosyalleşemem. Size de bir teşvik gerekiyorsa buyurun benim ajandamla Eylül’ü yaşayalım.
Müzik Eylül’ün Gıdası
Açıkhava konserlerinin artık son demleri, bu keyfi kaçırmayın. Heyecanla beklediğim Jamiroquai sonunda iyileşti 5 Eylül’de Kuruçeşme Arena’da. Bu muhteşem atmosferde 7 Eylül’de Ajda Pekkan’ı da dinleyebilirsiniz. Harbiye Açıkhava Konserleri de ayrı keyiftir. Hele ki Enrico Macias (13 Eylül) geldiyse dinlemek için en ideal mekandır. Türklerden de Tarkan (9 Eylül) ve Şebnem Ferah(17 Eylül) da listeye alınabilir. Babylon artık yazlığı kapıyor ve İstanbul konserlerinin hasreti bitiyor. Açılış Brighton’lı indie-rock beşlisi The Maccabees’le 14 Eylül’de. Onu takiben geçen sezon izleyip hayran kaldığım Etio-Jazz üstadı Mulatu Astatke(21 Eylül) de bir kez daha yaşanmalı. Bir diğer iddialı isim new age müziğin yaratıcılarından Yanni 18 Eylül’de Sortie’de konser veriyor olacak. Kısaca Eylül sessiz geçmeyecek.
Moda’nın Kutsal Ayı
Siz yazlıklarınızı kaldırmaya kıyamayadurun tasarımcılar 2012 yaz kreasyonunu çoktan hazırladı bile. 7-10 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek olan İstanbul Fashion Week’te modanın kalbi Beyoğlu’nda atacak. Ve tabi sezon trendlerini size iletmek için MAG yine orada olacak. IFW’den edindiğiniz ilhamı 15 Eylül’de dünyayla aynı anda yapılacak olan Fashion Night Out etkinliğinde gece boyunca çılgınca alışveriş yaparak hayata geçirebilirsiniz. Moda dünyası için Eylül kutsaldır, siz de bu ayı kutsayın ve gardrobunuzu yenilemeye başlayın.
Kaçırılmaması Gereken Sergiler
17 Eylül – 13 Kasım tarihleri arasında Antrepo’da 12. Bienal düzenlenecek. Bütününde birbiriyle ilişikli beş farklı temadan oluşan karma sergiler vizyonumuza açacak görevi üstlenecek gibi gözüküyor. 28 Eylül’de İkincisi düzenlenecek olan İstanbul Design Week de takvime mutlaka işlenmeki. Konseptine yakışır bir yerde Galata Köprüsü’nde düzenlenecek sergiler genç tasarımcıların sınırsız yaratıcıklarını paylaşıyor olacak. Geçtiğimiz ay gezme fırsatı bulduğum Son Kodacrome sergisi İstanbul Modern’de 4 Eylül’e kadar sürüyor olacak. Bir dönem anılarımızı renklendirmeyi başarmış adına şarkı bile yazılmış Kodachrome filminin son yolculuğu dünyaca ünlü National Geographic fotoğrafçısı SteveMcCurry’nin objektifinden 36 pozluk filmle sergileniyor. Bir veda niteliğindeki bu sergi kesinlikle gezip görülmeli.
Yaz Gitmeden
Hava henüz soğumamışken yazlık mekanların, terasların, havuzların keyfi çıkartılmalı. Tüm bu şehir etkinlikleri yorduysa haftasonu kaçamağı ilaç gibi gelecektir. Sezon sonu Ege sahillerinin sessiz, dingin havası tadından yenmez. Çok uzağa gitmek istemezseniz de Karadeniz sahilleri, Ağva, Şile ideal bir seçim olacaktır. İstanbullular Kuruçeşme açıkhava mekanlarını değerlendirsin, geri konan masalarla Asmalımescit’le hasret gidersin, teraslarda muhteşem manzarayla ruhunu dinlendirsin. Ankaralıların da kaçamağı İstanbul olsun bu ay.
Bu dinamizmle başlanan Eylül ayı tek bir aya indirgenmesin ve aynı heyecanla daim olsun. Bu şehir her gün her saat yaşıyor. Başlangıç ajandası benden gerisi yaşamayı bilenlerden.
Keyifli Eylüller...
11 Temmuz 2011 Pazartesi
FESTİVAL GÜZELİ
- Çok zorunda değilseniz fondöten kullanmanızı önermiyoruz. SPF korumalı nemlendirici ve krem allıklar yeterli olacaktır. İlla fondöten diyorsanız da uzun süre dayananı seçmek önemli. Unutmayın festival alanları makyaj tazelemek için pek uygun yerler değil.
- Teninize uygun bronzlaştırıcı pudra güneşlenmiş görünümü verecektir zira günün ilerleyen saatlerinde teniniz doğal olarak bronzlaşacaktır. Rock n roll yapan bir ıstakoz gibi gözükmek istemiyorsanız güneş sütünüzü kesinlikle ihmal etmeyin.
- Ağır göz makyajlarından kaçının. Waterproof maskara kullanmazsanız günün sonunda akmış makyajınızla rock performansı için sizi yanlışlıkla sizi sahneye çıkarabilirler. Günboyu güneş gözlüğüyle gezineceğinizden hafif bir maskara ve krem eyelinerla geceyi kurtarabilirsiniz.
- Festivaller her türlü çılgın makyajı yapabilmeniz için en elverişli ortam. Gözünüzün kenarına çiçek desenleri, pırlantalarla festival ruhuna uygun bir tarz yaratabilirsiniz.
- Festival makyajının en kilit noktası tabi ki avaz avaz şarkılara eşlik edeceğiniz parlak dudaklar. Yazın tüm canlı renklerini sırıtmadan kullanabileceğiniz tek yer burası. Sezonun trend rengi fuşya ve turuncu ideal seçim olacaktır. Rujunuzla ayni renk pastel ojelerinizle göz kamaştırabilirsiniz. Chanel’in rengarenk vernis serisiyle trendi yakalayın.
- Tüm makyaj malzemelerinizi çantaya atmaya gerek yok. Sıcaktan erime ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerek. Çok fonksiyonlu hem yanaklarınızı hem dudaklarınızı renklendiren kremsi ürünler doğru seçim olabilir. Benefit’in makyaj kitleri ve tintleri bunun için doğru adres.
- Çantanıza makyaj temizleme mendili ve ayna atmayı da ihmal etmeyin. Alkol, dans, müzik derken topladığınız tüm o ideal malzemelerinizi ne şekilde kullandığınızı fark edemeyebilirsiniz
Artık göz kamaştırmaya hazırsınız. Tüm dikkatleri çektiğiniz ve renk saçtığınız güzel yüzünüzle gülümsemeyi unutmayın, o zaman festival anlamını yaşatacaktır.
Yakın Zamandaki Festivaller:
2-3 Temmuz Efes One Love Festival / Santral İstanbul
15-17 Temmuz Rockn Coke Fest/ Hezarfen Havaalanı İstanbul
11-13 Temmuz Pinkpop Festival/ Amsterdam
benefit cha cha tint dudak yanak renklendirici 78tl
Ysl krem allik blush no 4 87tl
Mac surf baby cheek powder 75tl
Chanel le vernis in mimosa no 557 oje 65tl
7 Temmuz 2011 Perşembe
BEŞ DUYU FESTİVALİ TOSKANA
Chianti’de tıka basa doldurduğnuz mideyi Monterrigioni’de doğa yürüyüşü yaparak eritebilirsiniz. Surlarla kaplı bu şirin ufacık kasabada manzaraya doyamayacaksınız. Toskana gez gez bitmez, atlanmaması bir diğer şehir de İtalya diyince akla gelen Pisa kulesinin olduğu Pisa’dır. Bura sanıldığı kadar büyük değildir. Pisa Kulesi’ni bulup klasik yaslanmış gibi fotoğrafınızı çektirip geri dönebilirsiniz. Onca köy kasabadan sonra turist kalabalığı boğacaktır. Vakit kaybetmeden buradan trenle 20 dakika mesafedeki surlarıyla ünlü, yanakları sıkılası şehir Lucca’ya gitmelisiniz. Antika pazarına da denk gelirseniz tadından yenmez. Arabanın geçmediği sarmal şeklindeki bu şehir, surlar üzerinde yürüyüş ve bisiklet turu için ideal.
7 Haziran 2011 Salı
KENDİN İÇİN ÜRET
Turistik cazibesinin yanında giderek artan tasarımcı dükkanları, tarihi dokusuyla harmanlanmış entelektüel karakteriyle Galata, İstanbul’un her köşesinden ilham fışkıran bir yeri olmuş. Ben de kendim için ilham ararken keşfettim Mavra’yı. Galata’nın semtiyle anılan Doğan Apartmanı’nda bir ay önce açılan Mavra Atölye “kendi kendine yap” sözünden yola çıkarak çikolatadan sandalete yaratıcılığı, öğrenmeyi, üretmeyi, kendin için bir şey yapma hissini yaşatan aylık ve günlük atölye çalışmalarından oluşuyor. Zanaatı hatırlamak, hatırlatmak ve fabrikasyon imalatların ilk tasarlanmış haline dokunabilmek fikriyle ortaya çıkan Mavra Atölye, ortaklarının ve arkadaşlarının ilgi alanlarıyla oluşturulan workshoplarla alışılmışın dışında bir atölye olarak hizmet vermekte.
Benim ilgimi en çok çeken “kendi sandaletini kendin yap” atölyesi oldu. Büyük hevesle alıp, sızlayan ayaklarla “ben daha iyisini yapardım” diyip köşeye atılan sandaletlerin intikamı olacaktı bu atölye. Nitekim atölyeyi yürüten Hacettepe Üniversitesi Resim Bölümü’nden Mehmet Örs hocamız da hiçbir yerde sandalet bulamadığından yakınarak kendi kendine yapmayı öğrenmiş. Üretmenin bahçede domates yetiştirmekten ibaret olduğunu düşünürken kendi sandaletimi kendim yapıyor olmak beceremesem de denemeye değer gözüktü ve büyük bir heyecanla işe koyuldum.
Atölye, öyle seri üretim imalathanesi ya da okul disiplininde bir sınıf gibi değil de kendi atölyeniz gibi dilediğiniz şekilde sohbet edip, bir yandan çalışırken şarap içebildiğiniz sıcacık bir ortam. Yapılan iş de gözüktüğü kadar basit değil. Ne yapmak istediğine karar vermek, onlarca seçenekten renkler, deriler seçmek, kesip, biçmek, tasarımı canlandırmak dikkat, istek ve sabır gerektiren bir süreç. Heyecanla başladığım sandalet yapımı bir süre sonra sanatçı intiharlarına empati kurmaya başladığım bir aktiviteye dönüştü diyebilirim. Sınırsız hayal gücünüzü üretime dökmek kolay bir iş değilmiş. Size tavsiyem sıfırdan başlıyorsanız tasarımlarınızda uçmayın, bir günde Picasso yaratmıyorlar. Bir bıyık deseni çizip kesmek ömrümden ömür çaldı diyebilirim ama çıkan sonuca “bıyık mıydı o?” denmesi de çalınan ömrümü parçalara ayırdı. Yine de sonuç ne olursa olsun kendi yaptığınız şey, her şeyden daha değerli. İlk yapılan pastel boya resimler duvarları süsler ya ben de uzun bir süre salonumun ortasında sergiledim sandaletimi. Başkası yapsa 5 kuruş vermem ama ben yaptım ya o paha biçilmez artık. Sırf bu ego için gidin, görün, kendiniz için bir şey yapın. Sizi kunduracı yapmıyorlar ama keyifli, yaratıcılığınızı keşfettiğiniz bir zaman sunuyorlar. Geliştirmek size kalmış.
Katılımcı profili de kendi mesleklerinde başarılı birçok isimden oluşuyor. Sandalet dışında düzenledikleri atölyeler, kendi çikolatanı, yemek takımını, lambanı yap, moda fotoğrafçılığı, heykel, seramik, kendi saçını tanıma atölyesi gibi çok fazla ilgiye hitap eden çalışmalardan oluşuyor. Mehmet Hoca’ya yaptığımız baskılar sonucunda kendi çantanı yap da bunlar arasına katıldı.
Kendin pişir kendin ye mantalitesini benimsemiş yurdum insanı böyle atölyelerle bunu mangaldan öteye taşıyabilir diye düşünüyorum. Tükettiklerimiz her geçen gün bizden çalarken, ürettiklerimizle kendimize bir şeyler katıyor olmanın bilincini hatırlattığı için Mavra ve benzeri atölyeleri destekliyor, kendinizi emeğinizle şımartmanızı tavsiye ediyorum.
4 Mayıs 2011 Çarşamba
MODERN PERİ MASALI: PRENS WİLLİAM & PRENSES KATE
Peri masalları yalnız çocuklar için midir sanıyorsunuz? O zaman kraliyet düğününe tanıklık etmemişsiniz demektir. Aylardır tüm dünyaca konuşulan ve nesiller boyunca da anlatılmaya devam edecek bir peri masalı şimdi 7’den 77’e herkesin dilinde..Prens William ve Prenses Kate: modern peri masalının kahramanları
Siz bu satırları okuduğunuzda onlar milyonların izlediği ihtişamlı düğün törenlerinin (bir skandal olup iptal olmazsa) ardından balayının tadını çıkarıyor olacaklar ama biz hala onları konuşuyor olacağız. Düğün çok konuşuluyor olacak ama aylardır yapılan hazırlıklar ve beklenen gün yalnız İngiltere’de değil tüm dünyada fenomen haline geldi.
Kasım ayında Londra ziyaretimde istem dışı nişanlarına tanık olmuştum. Evleniyorlar demek diyip kenara koyduğum gazete aslında saklanması gereken tarihi bir sayıymış, kınandım. O tarihi günden sonra İngiltere için yeni bir ilgi alanı doğmuş oldu. 30 yıl once Diana’yla yaşanan heyecan şimdi Kate’le yeniden hayat bulmuş. Prenses de halktan biri olunca dikkatler daha da artıyor ve peri masalı adeta sözlük anlamını yaşatıyor.
Peri masalını şöyle bir irdeleyecek olursak 8 yıllık geçmişe dayanan bir ilişkinin beklenen sonu diyebiliriz. Öyle ki Kate’e yıllarca beklediğinden “Waity Kate” lakabı takılmış. Hikayenin özeti, William ve Kate üniversitede sanat tarihi okurlarken tanışırlar. Sıkı arkadaşlık yerini aşka bırakır. Sonradan parti organizasyonları şirketi kurup milyoner olan memur bir anne babanın kızı Kate kafasına prenses olmayı koymuştur. Yılmaz, sabırla bekler ve 8 senenin sonunda Diana’nın yüzüğünü parmağında bulur. William, teklif ederken korkmuş, kızın babasına soramamış ya izin vermezse diye sanki “benim prense verecek kızım yok” diyecek ya da Münir Özkul tribiyle gurur yapacak biri olabilirmiş gibi.
Yüzyıllarca kraliyet düğünleri geleneksel tarihi bir organizasyon olmuş. Bunların en görkemlisi ise ilk kez canlı yayınla herkesin şahit olduğu Prens Charles ve Prenses Diana’nın düğünü olmuş. Bu yüzden geleceğin kral ve kraliçesinin düğünü olarak görülen Prens William ve Prenses Kate’in 29 Nisan Westminster Kilisesinde gerçekleşen düğününün daha da gösterişli olması bekleniyor.
Düğün günü ülkede resmi tatil olarak ilan edildi ve aylar öncesinden sokak partileri organizasyonları, özel tur paketleri, hatta 20 bin kişilik kamp alanı ayarlandı. Londra için 2012 olimpiyatları öncesi turizm patlaması alıştırması yaşanıyor olabilir. Gelinliğin tasarımcısı, balayı mekanı gibi ayrıntılar sır gibi saklanırken düğün davetiyesi olarak hazırlanan altın işlemeli havluların Denizli’de üretilmesi bize de çorbaya tuz katma şansı sağladı. Süpriz isimler beklenen 1900 seçkin davetli listesinde Kate’in mahalle kasabından devlet liderlerine kadar pek çok isim mevcut. Bu isimlerin dışında da 2 milyara yakın kişinin düğünü canlı izlemesi bekleniyor.
Bu ülkenin kraliyet tutkusunu kıskanmıyor değilim. Biz anca dizilerde sultan padişah aşklarıyla meşgul olurken onlar canlı bir kraliyet aşkıyla kendilerinden geçebiliyorlar. Düğün değil ama insanların bu çılgınlığı izlemeye değer doğrusu. Prens William ve Prenses Kate ürünleri birer pazarlama harikası olmuş ve hatıra ürünleri piyasanın en hit ürünü olmuş durumda. Hediyelik kupa,anahtarlıklardan, oyuncak bebeklere ve hatta prezervatife kadar akla gelen, gelmeyen her tür üründe William&Kate’i görmek mümkün. Çiftin aşkının filmi bile düğünden önce yayınlanmaya başlandı. Tüm bu gösterişten tek faydalanacak olanlarsa hediye yerine yapılan bağışlarla yaşamlarını sürderecek olan filler ve diğer hayır kurumları.
Diana’nın da tüm ihtişamla gelin olup yine bu ihtişamdan kaçarken hayatını kaybetmesi bir gelinde nasıl bir psikoloji uyandırır bilmiyorum ama Waity Kate hayallerine kavuşmaktan, halksa aynı hikayeyi baştan yazmaktan memnun görünüyor. Biz uzak diyarlardaki izleyicilere ise darısı başımıza demek düşüyor. Bu arada prenses hayali olanlara hatırlatma: Prens Harry halen bekar ve kraliyet halka açılmış durumda. Sizin de bir peri masalınız olabilir. Sevgiler...
19 Nisan 2011 Salı
MACARON AŞKINA
En derin aşk hikayeleri gibi bu hikaye de seneler önce Paris’te ılık bir ikindi vakti başladı. Onlarca çekik gözlü kafanın arkasında hemen de göz alıyordu gökkuşağı renklerini saçarak. Gerçek misin, rüya mısın diyerek iteledim Japon kafilesini, yapıştım camına. İşte o an bağlandık birbirmize o leziz macaronlarla. Şimdi yıllarca tüm sadakatimle beklediğim minik mutluluklar benim için buradalar.
“Paris’ten bir isteğiniz var mı?” sorusunun koşulsuz cevabı, soran yoksa Paris’e gitmenin tek sebebi olan Ladurée macaronlarıyla tanışmam böyle başladı. Renkli, göz alıcı tatlıların kimyasal olduğuna dair yalanlarla büyüdük. Belki yasaklı gibi gözükmesiydi kendine çeken ama tadınca anladık ki işin içinde başka bir büyü var. Şimdi Bebek ve İstinyePark’taki mağazalarıyla aradaki kilometrelerce mesafe de kalktı. Yine de şık sunumu, hayıflatamayan yüksek fiyatıyla bir simit konseptinden ziyade özel günlere saklanan nadide tatlı konumunu sürdürmekte. Binbir ricayla zorla yurt dışından getirttiğim macaronları günlerce kıyamayıp kuruyana kadar sakladığımı bilirim. Neyse ki artık yakındalar ve saatlerce seyretmeye gerek yok.
Yeni bir fenomen olarak görülse de geçmişine bakacak olursak rönesans dönemine kadar uzanan bir tarihe sahip olduğunu görüyoruz. 20. Yüzyılda Medicilerin kızının Fransa kralına gelin gitmesi yanında aşçısını da götürmesiyle macaronu Fransa’ya everiyoruz. Her leziz şeyin altından olduğu gibi bunun da altından İtalyanlar çıkıyor ama arasındaki muhteşem ganache sosunu da Fransızlar geliştirerek üne kavuşuturuyor. Günümüzde artık her pastanenin vitrinini rengarenk çeşitleri süslemekte ama Ladurée’nin farkı Paris’ten geliyor olması. Yolda bayatlar diye endişe etmeyin fırından taze taze çıkıp yenen birşey değil zaten. İdeali iki gün bekletildikten sonra satışa sunulmasıymış, üzerine biraz Paris esansı da katıldı mı tadından yenmez zaten.
Uzun bir süre bu lezzetin hasretiyle yanıp tutuştuğumdan kendi çapımda elde etmeye çalışmalarım oldu ve elde edememede uzmanlaştım. Internet’ten bulduğum öz hakiki macaron tarifleriyle denedim ama bisküvi arasına nutella sürmekten öteye geçemedim malesef. Aradaki o kremada nasıl bir formül varsa artık hiçbir aşçı tutturamıyor. Söylentiye göre de sos mutfakta çıkan bir yanlışlıktan doğmaymış. Ürünün yaratıcısı Desfontaines’in yardımcısı yanlışlıkla sıcak kremayı çikolatanın üzerine dökünce ustasından “sersem” (ganache) diye fırça yiyor. Ama daha sonra bu sersemlik o sihirli sosu meydana getiriyor. Tabi bütün bu detayları yerken düşünmüyorsunuz. O anın ritüeli kelimelere sığmaz. Hele yanında kahveyle boğaza karşı yiyorsanız bambaşkadır keyfi.
Tavsiyem, birini mutlu etmek istiyorsanız her çeşidinden bir kutu yaptırıp götürün. Daha güzel bir hediye olamaz. Tek bir tanesine verilen bedelle bir öğün yemek yemek de mümkün tabi ama en pintisinin bile “değdi ama” dediğine şahidim. Evde denemeye kalkmayın, olmuyor. Banyan ve Divan pastanelerinde de benzer lezzete erişebilirsiniz. Yeni başlayanlar vanilyalıyla başlamalı akabinde devamı gelecektir. Kıyamamayı da fazla abartmayın kuruyunca tüm cazibesini yitiriyor. On dakika seyir, beş dakika yeme ve yenisine geçene kadar süren limitsiz mutluluk macaron yeme süreci olarak tanımlanabilir.
İtiraf etmeliyim ki nisan sayısı için ne yazsam diye kafa patlatırken tüm miskinliğimle macarondan ilham bekliyordum ki ilhamın ta kendisi olduğunu fark ettim. Bir tadı kelimelere dökmek oldukça zor. Üzerine şiir yazamam belki ama yerken şiir dinler gibi oluyorum diyebilirim. Bu kadar övgüden sonra Ladurée’nin beni macarona boğacağını hayal ederek sizlere afiyet olsun diliyorum.
8 Mart 2011 Salı
IFW GÜNLÜĞÜ
Moda “kendine yakışanı giymektir” diyip kenara atılacak kadar basit, sadece fashion tv’den takip edilecek kadar da uzak değilmiş. 3-6 Şubat’ta dördüncüsünün düzenlendiği İstanbul Fashion Week gösterdi ki Türk modası yanı başımızda dünyaya meydan okumaya hazırlanıyor. Bu organizasyonlar sayesinde beni de içine çeken Türk modasını yerinde inceledim ve defilesinden, partilerine, davetlilerinden, mankenlere rengarenk bir ifw günlüğüyle döndüm.
İlk olarak MAG Mayıs için hazırladığım genç tasarımcılar dosyasıyla Türk modasına dalmıştım. Dalış o dalış, tanıştığım sıcakkanlı tasarımcılar, Galata’da dizi dizi butikleri derken fashion week organizasyonları benim için işten çok zevk oldu. Yazınki Taşkışla macerasından sonra bu kış Santralİstanbul’da kendini daha geliştiren bir organizasyonla karşılaştık. Her defilenin farklı PR’ı olması basın için işleri epey zorlaştırsa da davetlileri daha ayrıcalıklı hissettirdiği bir gerçek. Yine de defile öncesi halk ekmek kuyruğu tablosu malesef tekrar yaşandı. Herkes kırmızı halıdan kasıla kasıla geçse de defile merdivenlerinde herkesle bütünleşmek zorunda kaldı. Ezilme tehlikesi dışında eğlenceli bir manzaraydı aslında. Hiç bir zaman yurt dışı moda haftalarında erişemeyeceğimiz bir şey de bu defileleri izleyebilme süreci olacak sanırım. Ya protokol olacaksın ya da metrobüs idmanın olacak.
Gelelim defilelere...Tümünü izleyemesem de izlediğim kadarı nereye gittiğimizi anlamama yetti. Öyle bir yerde yaşıyoruz ki ilham alınacak tonla güzellik var ve sonunda bunu fark edip genç tasarımcılarımızla kumaşlara dökülmeye başlanmış olması gurur verici. Adlarını zaten dünya çapında duyurmuş hazır giyim markalarınınsa ticari kaygı gütmeden görsel bir şölen hazırlamaları etkileyiciydi. Makyajı, kareografisi, müziği, sunumu herşeyiyle yoğun bir çalışma olduğu belli. Daha gidilecek çok yol olduğu bariz ama bir ilerleme olduğu da gerçek. Yalnız kıyafeti çok zarif taşıyan mankenlerin yanında acaba eksik manken vardı da kapıcının kızını mı çıkardılar diye düşündürten mankenlerin de yer alması hoş olmadı. Ego patlaması yaşamadan sadece kıyafeti tüm güzelliğiyle sunabilen çok az manken gözlemledim onlar da Merve Büyüksaraç, Sedef Avcı, Ahu Yağtu ve Didem Soydan’dı. Bir tespitim de burun ne kadar kötüyse podyumda o kadar iyi yürüyorsun. Burnu kötü olanlara duyurulur!
Tasarımlar genellikle deri, siyah, transparan ağırlıklıydı. Tasarımcılardan da en çok ve yine her zamanki gibi Özgür Masur’un koleksiyonunu beğendim. Geçen sezonki peri masalı çizgilerinin dışında son derece feminen, ebru desenleriyle su gibi bir koleksiyon olmuş. Geçen ifw’de sorduğumda ilham kelimesine inanmadığını belirtmişti. Kelimeye inanmasa da ruhunda kendinden ilhamlı belli ki, sunumu ve çizgileriyle çok yaratıcı ve göz alıcıydı. Son gün sohbet etme fırsatı bulduğum ünlü Fransız blogger Yvan Rodic’i de tek etkileyebilen tasarımcı kendisiymiş. Özgür Masur kadar başarılı bir diğer tasarımcı da Simay Bülbül’dü. Bu iki tasarımcı gerçekten kadını kadın yapan kıyafetler ortaya çıkarıyorlar. Özellikle Simay Bülbül’ün aksesuarları o muhteşem deri tasarımlarını mükemmel bir şekilde tamamlayarak hayat veriyor. Yine bu iki defiledeki Mehmet Turgut katkısı da görsel şov olarak izleyenleri etkilemeyi başardı. En çok konuşulan bir diğer tasarımcı da izleyemesem de Zeynep Tosun’du. Artık kendisinin karma defilelerden çıkıp solo defile düzenlemesi için ben de kampanya başlatacağım. Gamze Saraçoğlu barok esintisiyle yine çok zarifti. Gül Ağış’ın Patti Smith ve Picasso’yu iç içe getirdiği mavi, siyah, gri üzerine “asi”metrik tasarımları çok farklıydı. Tuvanamın kat kat top top çizgileri gelecek sezon Osmanlı esintileriyle başka bir havaya bürünmüş. Tasarımlarında organik materyaller kullanan Nej, hem çevre dostu hem moda dostu ürünler çıkarmış. Atıl Kutoğlu için fazla söze gerek yok. İnsanı Londra moda haftasındaymış gibi hissettiriyor. Tüm tasarımcıların yer verdiği belli ki gelecek sezonun hit trendi “deri”yi en güzel o kullanmış kadın vücuduna çizmiş adeta.
Hazır giyim markaları da kendi içinde gösteriş yarışındaydılar En çok ses getiren Dita Von Teese’i smokinle çıkarmasıyla Damat ve ünlü Brezilyalı model Alice Dellal’ı çıkaran Mavi oldu. Alice Dellal, her ne kadar manken ebatlarında olmasa da sanki Mavi için yaratılmış. Asi ruhu, tarzıyla markayı yansıtan son derece başarılı bir seçim olmuş. Onu “vay vay vay” diyerek izleyen Kıvanç Tatlıtuğ’un da defilede olması bize reklamı canlı izleme şansı verdi. Derimod defilesinde de ünlüler geçidi yaşandı. Ama bu sefer ünlüler podyumdaydı. Zamanının en gözde mankenleri Demet Şener, Çağla Şıkel, Ece Sükan son derece feminen deri ceketleri taşıdılar. Bir de üstüne Emre Altuğ çıkınca izleyeciler iyice coştu. Tasarımlar da oldukça başarılıydı. Özellikle Ece Sükan’ın styling katkısı derilerden rol çalmış adeta. Geçen sezonu Alessandra Ambrosio’yla kapatan Kotonsa bu sezon disko konseptiyle discorium’un dans pistinde parti kıyafetlerini sundu. Mekan gece kulübü olunca defile de biraz pavyon localarından izlenir gibi oldu. O kadar bekledim sonunda bir disko dansı yapılsın ama biraz sönük kapandı. Ama gece kapanış partisiyle devam edince hep bir ağızdan “yaşasın moda” dedik.
Tabi moda sadece podyumda devam etmiyor. Defile aralarında kampüste herkes kendi defilesini sunuyordu. Defileleri izlemeye gitmek için de herkes kendi koleksiyonunu hazırlamış. İtiraf ediyorum ben de bir hafta üzerinde çalıştım ne giyeceğim diye. Tasarımcılar nasıl hazırlanıyor düşünemiyorum. Tasarımcıların birbirleriniz izlemesi de çok hoş bir hareketti. Hiçbir yurt dışı defilesinde bir tasarımcının diğerinin defilesini izlediğini göremezsiniz. Bizimkiler de sonradan havaya girip böyle jestleri atlamazlar umarım.
Modayla iç içe geçen 4 günün sonunda diyebiliriz ki moda her yerde ve moda artık İstanbul’dan sesleniyor. Henüz yeni doğmuş moda haftamızı, gencecik yaratıcı tasarımcılarımızı destekleyelim ki devlerin bizi ziyaret ettiği ve bizimkilerin devlere gittiği ve sonunda devleştiğimiz günleri görelim.