6 Aralık 2011 Salı

Barselona Tat Çıkarma Rehberi

Plansız programsız yapılan tatiller nedense hep en unutulmaz olanlardır. Yıllarca hayalini kurduğum Barselona gezimi son dakika kararıyla ayarlayıp Woody Allen filmi tadında bir 5 gün geçireceğim aklıma gelmezdi. Ne tarihi önemi, ne müzeleri, ne alışveriş noktalarından bahsedeceğim. Hiç bilmediğiniz bir yerin- ki burası her mevsim capcanlı Barselona’ysa- tadı nasıl çıkar merak ediyorsanız bu yazıyı kesip saklayın.
Her şey aslında gayet planlı bir şekilde tura katılarak başlanmıştı fakat bamlayan tur Bamtur mağduru olunca bir anda Barselona hayal olarak kalmaya devam etti. Ama hayat kısa daha fazla erteleyemem dedim ve Bayram tatilinin bir gün öncesinde uçak, otel ayarlayarak iki kız Barselona’nın yolunu tuttuk. Beklentisiz, umutsuz başlayan bu tatil Katalanların sıcak enerjisiyle bir anda pozitif yükle doldu.
CouchSurfing Farkı
Turist olarak gidip oralı gibi gezmek istiyorsanız oralılarla tanışmanız gerekir. Bunu gerçekleştiren ve dünya çapında milyonlarca üyesi bulunan bir sosyal paylaşım sitesi var: www.couchsurfing.org. Dünyanın her köşesinden her yaştan gezginler gitmek istedikleri ülkede kendilerine kalacak bir kanepe buluyorlar ya da dışarıda bir şeyler içerek tanışıp kaynaşıyorlar. Grup forumlarında bir sürü aktiviteyle karşılaşabilirsiniz. Profillerde bulunan referanslar da kişileri güvenilir kılıyor. Biz de bu site aracılığıyla ilk akşamımızı genel bir toplanma etkinliğinde geçirdik. İspanyollar dışında pek çok ülkeden de insanlarla tanıştık ve gezimizin gidişatı bir anda değişti. Bu arada bir Katalana İspanyol denmemesi lazımmış bunu da öğrendik. Barselona’yı Katalanlardan dinleyince elimizdeki rehberleri bir kenara attık ve onlara kulak verdik.
Kendi Rehberiniz Molaskine
Kulak verdiğiniz tüyoları, gezi anılarınızı ve geziyle ilgili alacağınız tüm notlar için bir molaskine edinin. Gideceğim adresleri yazıp, gittiğim yerlerin kartını, parkta kopardığım bir yaprağı, o an tanıştığım kişinin bir çizimi, fotoğraflar ne varsa kesip yapıştırıp tatil sonunda bir kitapçık haline getirmek ileride geriye dönüp baktığımda hazine değerinde bir anı bırakan bir alışkanlık. Blog tutmak da alternatif ama sayfaları çevirdikçe oranın kokusunu size asla verecek bir dijital ortam yok maalesef.
Bisiklet Turu
Mevsim kış da olsa her zaman bisikletle gezmek için güzel bir gün yakalanabilir. Sahil şeridini boylu boyunca bisikletle gezmek arada küçük sokaklara kaçmak, bir kafede soluklanmak, fotoğraflar çekmek huzur dolu bir aktivite olacaktır. Hep derim, Avrupa bisikletle gezilmelidir.
Manzara
Denizi olan ve ışıl ışıl parlayan bir kentte manzaranın güzelliği tartışılamaz. En güzel manzara noktalarıysa Montjuic Tepesi, Tibidabo ve W Hotel Eclipse Bar.
Gece Hayatı
Yazın buranın gecesi gündüzü yok. Kasım ayında beach keyfini yaşayamasak da gece hayatının altını üstüne getirmesini bildik. En popüler gece kulüplerinden Opium’da We Love Mondays adında tıklım tıklım dans eden insanlarla dolu bir parti olması sendromla geçen pazartesilerin bile keyfine vardıkları için kıskandırmadı değil. Bir diğer kıskançlık unsuru da burada herkesin dans edebiliyor olması. Mojito Club adında salsa kulübüne gidip bu acı gerçekle karşılaştık. Ama o kadar sıcakkanlı ve sabırlılar ki her işi yavaş yapmalarına rağmen 15 dakikada sıfırdan salsa öğretebiliyorlar. Flamenko şova gitmek yerine böyle bir kulüpte canlı müzik eşliğinde dans edenleri izlemek daha keyifli bir seçenek olabilir. Geceleri en hareketli yer Port Olympic sahil kenarındaki sıra sıra kulüpler. En güzel manzara ve ambiyanssa şüphesiz şehrin en dikkat çekici yapısı W Hotel’in 25.katındaki Eclipse Bar. Manzaraya mı dalsam ambiyansa mı yoksa müziğe mi diye kararsız kalıyorsunuz. Mutlaka görülmeli. Kulüpler öncesinde ise küçük meydanlardaki ve sevimli ara sokaklardaki publar ideal. Favorim Born bölgesindeki barlar. Bura bana Soho’yu anımsattı.
İspanyol Mutfağı
İspanyol mutfağı konusunda şansımız pek yaver gidemese de (tüm hedef noktaların kapalı olması, yer olmaması, kaybolmak vs.) bir sahil kentinde biz Akdenizlilerin aç kalması pek muhtemel değil. Tapas, paella ve Barcolenetta bölgesinde balık restoranları denenmeli. Burada en önemli öğün öğle yemeği. Akşam da geç saatlerde tapasla geçiriliyor. Benim “churro tatlınız çok güzel” diyip “o tatlı değil biz onu kahvaltıda yiyoruz” tepkisiyle karşılaştığım çikolataya bandırılan çubuk churrolarsa denilenin aksine her dakika yenilebilecek bir lezzet. Bouqeria Pazarınaysa uğramadan asla dönülmemeli.
Foto Tur
Artık amatör kameralarla birbirimizi çekip beğenmemekten çok sıkılmıştık ki profesyonel fotoğrafçı bir arkadaşımızın foto tur teklifiyle aydınlandık. 2 saat boyunca Barselona’nın keşfedilmemiş en güzel yerlerinde moda çekimi tadında profesyonel fotoğraflarınızı çektiriyorsunuz, bir yandan turistik tur yaparken bir yandan da kendinizi top model gibi hissediyorsunuz. İnanılmaz keyifli bu etkinliğin bir de fotoğraf eğitimli olanı var. Yolunuz düşerse James Wardell doğru adres.
Forza Barça!
Futboldan en anlamayanı bile futbola sardıracak fanatizm işte tam bu şehirde mevcut. Dünyanın en çok takip edilen liginin en önemli takımı F.C.Barselona olunca futbol coşkusunu yaşamadan gitmek olmaz. Olur da maça denk gelirseniz muhteşem stadyumlarında izleme şansını deneyin. Olmasa da Nou Camp ihtişamı ve müzesiyle mutlaka gezilecek yerler arasında olmalı.
Tabi Barselona bu kadardan ibaret değil. Tarihi güzelliklerine, mimarisine hiç girmiyorum. İlla ki gidince görülecektir. Her mevsim gidilesi farklı tatlarla dönülebilecek bir kent burası. Keyiflerine olan düşkünlüğüyle tanınan bir ülkeden keyifsiz dönmek zorlasanız da mümkün değil. Sadece Barselona’ya gidin ve akışına bırakın, unutamayacaksınız.

3 Kasım 2011 Perşembe

MUPRHY VS. SECRET


Yıllarca yazıldı, çizildi, kuantum fizikten girildi Secret’tan çıkıldı. Evrenin sırrı çekim yasası dediler, herkes bir hayale yapışık yaşar oldu evreni çekeceğim diye. Yogaydı, reikiydi bu sefer de boş bakan gözler huzuru arar oldu. Herkes istediklerini elde etmek için bir felsefe benimsemeye başladı ama unutuyorlar ki alt etmeleri gereken Murphy varken işleri çok zor...
Yaşadığım ultra traji komik deneyimler Murphy’nin kitabını ben yazdım dedirtirken “ e yazayım gerçekten bari” dedim. Birşeye körü körüne inanmanın hep gülünç olduğunu düşünmüşümdür. Nazar boncuğunu bile hoş durduğu için takarım. Hiçbir zaman heyecanla ”burcun ne?” diye sormamışımdır. Yogada herkes transa geçerken ben çıkışta ne yesem diye kara kara düşünüyor olurum. Ama bir ara fenomen olan Secret akımını merak edip okumadım değil. Yazanlar hayatımı değiştirmedi ama literatürüme “secret yapmak” kavramını soktu. Çok istemenin yerine başka bir sözcük gelmişti artık. Ama istemek gerçekleşmesi anlamına gelmiyormuş çünkü çekim yasasının yanında bir de iten yasa varmış; hepimizin korkulu rüyası Murphy...
Adımı telafuz edemeyen yabancıların Murphy diye hitap etmesiyle hayatımı yöneteceği sinyalini çok önceden vermişti zaten kendisi. Murphy Kanunları Amerikalı mühendis Edward A. Murphy jr. tarafından başarısızlıklar ve hata kaynaklarının karmaşık sistemlerde incelenmesi üzerine ortaya konan özdeyişler olarak biliniyor. Özetle Murphy, “ters gidebilecek herşey ters gidecektir” ilkesiyle Secret’ın tam tersi olarak negatif enerjisiyle her işimize su koymakatadır. En basitinden “neden hep arabayı yıkattığımda yağmur yağıyor?” diye düşünüyorsanız sebebi kuşkusuz Murphy’dir. Aslında Murphy Kanunlarının da belli bir mantığa dayanan geçmişi var. Murphy’e göre bir olay mümkünse gerçekleşir. Az organizasyon ve daha çok kaos olasılık olarak sıkı organizasyon ve daha çok düzene göre ezici bir üstünlüğe sahiptir. Yani nerede kaos orada olasılık. Örneklemek gerekirse:
  • Bir şey çok gizliyse fotokopi makinasının yanında unutulur
  • Hoşlandığınız çocuk siz bol sarımsak veya soğan tükettiğiniz sırada sizinle konuşur
  • Tüm paranıza kıyıp aldığınız ayakkabı siz aldıktan 1 gün sonra yarı fiyatına düşer
  • Hostes kahve servisini yapar yapmaz uçak hava boşluğuna düşer
  • Beyaz giyerseniz üstünüze yemek dökülür
  • Akan şeride geçerseniz trafik durur
  • Juliet masuscuktan zehir içer Romeo kendini öldürür
Örnekler bir sürü zıtlıklarla çoğaltılabilir. Hayatı Mr.Bean gibi yaşamak istemiyorsanız Murphy’e kafa tutmak gerek ama çaktırmadan. Ne olursa olsun o çocuk sizle konuşsun mu istiyorsunuz basın soğanı sarımsağı ama Murphy’e çaktırmadan cebinize bir mint atın. Gece şık bir yerlere gidesiniz var ama planınız mı yok en paçoz kıyafetlerinizle çıkın illa ki bir fırsat çıkacaktır ama Murphy’e çaktırmadan çantaya bir ruj atın. O küçük kurtarıcılar da bir yerde içinizdeki Secret oluyor. Ama beyni bu kadar yormak yerine plan yapmayı bırakırsanız o plan altüst olduğunda diğer olasılığı düşünüp hayıflanmazsınız. Kısaca en kolay kurtuluş yolu başarabiliyorsak düşünmemek, akışına bırakmak. Bunu da abartıp “şurada ne yazıyorsa o” kıvamına getirmemek lazım tabi. Hayat ne boşvermek için ne de planlarla karmaşıklaştırmak için çok kısa. Siz sağınıza Secret’ı solunuza Murphy’i alıp dengeyi kurun yeter.

26 Eylül 2011 Pazartesi

IFW MODA ZİYAFETİ



Hedonist bir yaklaşım olacak ama 4 günlük moda haftası deneyimi sonunda podyum gözümde uzun, görkemli bir ziyafet masası olarak canlandı. Bizler o muhteşem yiyecekleri ilk kez tadacak olmanın heyecanındaki davetliler; tasarımcısı, mankenleri, organizatörleri de emeğini ilk kez sunacak olmanın heyecanındaki ev sahibiydi sanki. Tadı güzel olsun olmasın o ihtişamlı masada bulunmak, o enerjiyi solumak buna değer dedirten hislerdenmiş.Afiyet olsun...
Sözünü ettiğim moda ziyafeti bu yıl 7-10 Eylül tarihlerinde 5.si gerçekleşen İstanbul Moda Haftası’nın ta kendisi. Üçüncü kez sizler için izlediğim bu organizasyon artıları eksileriyle yine göz alıcıydı. Clark Kent misali mesai bitimi iş kıyafetlerinden kurtulup fashionista kimliğimle koşturduğum defilelerin hepsini izleme fırsatı bulamadım ama başta Mag Medya olmak üzere tüm sosyal mecralarda canlı olarak takip etmek mümkündü. Bu sene sosyal medya ifw’i ele geçirdi diyebilirim. Sağımız solumuz boynunda kamerası, elinde iphoneu, gözünde raybani, ayağında yüksek topuklusu (kız erkek ayırt etmeden) küçük fashionistacanlarla doluydu.
Yalnız mekanın şehrin göbeğinde Tepebaşı’nda olması ulaşım açısından kolay olsa da tuhaf bakışlara maruz kalmak açısından zor bir seçimdi. Her kesimden insanın bir arada olduğu bir yerde açık alanda olunca ifw’de giyilen ifw’de kalır yaşanamadı maalesef. Bir Londra, Newyork değiliz ki sokakta uçuk kaçık giyinmek, 20cm topuklular, uçuşan eteklerle deneyselliğin dibine vurmuş şekilde gezmek mümkün olsun. Bir süre sonra gelenleri izlemeyi bırakıp bakanları izleyerek vakit geçirdim. Bir yanda sahaf festivali diğer yanda ifw çadırı, bir tarafta simitçisi, kokoreçcisi diğer tarafta şampanya dağıtan manken kızlar ironik bir hava katıyordu. Santral İstanbul’da ve Taşkışla’daki gibi bir fashion kampüsü konsepti oluşamadı. Geciken defilelerle de yüzlerce insan içiçe bekleşmek zorunda kaldı. Gelişim gösteren tek şey çadırın içiydi. Podyum ve sıralar sonunda Avrupa formatına oturmuş ama insanımız o forma oturamadığından üstüste oturma araya çömme gibi durumlar yaşandı tabi. Ufak tefek aksaklıklar olsa da moda açısından tasarımcıların verdiği emek aşikardı.
Gelelim defilelere...Diyebilirim ki 2012 ilkbahar/yaz sezonu beyaza boyanacak. Bu sezon color brake hareketiyle rengarenk gezdiğimiz kıyafetleri bir kenara saklayıp beyaz, sarı, dore ağırlıklı olmak üzere uçuk tonlarda salınacağımız günler bizi bekliyor. Beyazı en güzel işleyenler de şüphesiz Özgür Masur, Hatice Gökçe ve Gamze Saraçoğlu’ydu. Açık tonlar, metal yakalar, dar kesimler, danteller daha sonrasında NY ve Londra haftalarında da tanık olduğumuz detaylardı. Kısaca geçmek gerekirse:
En sade ve göz alıcı: Sadece ve özgürce Özgür Masur. En çok ilgiyi aldı ve yine sonuna kadar hak etti.
En şık: Gamze Saraçoğlu Türkiye’nin Vera Wang’ı olma yolunda ilerliyor. Kubrick’in space odysses serisinden aldığı ilhamla bizim de aklımızı uzaya götürdü.
En gelişim kaydeden: İlk solo defilesiyle Tuvana Büyükçınar tek kelimeyle harikaydı. Danteli en güzel kullanan, yaratıcı ve cesur tasarımlar izledik.
En etkileyici: Dkaprol defilesi tam anlamıyla etkileyici bir şovdu. Girişteki Mehmet Turgut imzalı kısa film, podyumun ortasındaki şatosunda uyanmayı bekleyen Umut Eker, tüm iç organlar ve kemiklerin aksesuvar olarak canlanması ve vücudumuzun bir parçası olduğu metaforu, müzik, sunum herşey çok özenilmişti. Sabah saatine konması yazık olmuş. Çok güzel bir kapanış defilesi olabilirmiş.
En hayal kırıklığı: Tween defilesi her ne kadar başarılı olsa da Matt Dillon’ı podyumda beklerken seyirciler arasında görmek hayal kırıklığına uğrattı. Her sene en etkileyici defilelere imza atan ve bu sene de merakla beklediğim Simay Bülbül defilesinin sergi olması da ne kadar başarılı olsa da o da hayal kırıklığıydı. Ama after partysiyle yine ifw’nin en çok konuşulanı oldu.
En cafcaflı: Cengiz Abazoğlu Adil Işık’a öyle tasarımlar yapmış ki ADL heute cauture çıtasına yükselmiş. Altın konseptli defilede Özge Ulusoy ve Çağla Şıkel de altın gibi parlıyorlardı.
En sıcak: Lug von siga markasıyla Gül Ağış Galatasaray Hamamı’nda gerçekleştirdiği defileyle herkesi terletti ama tasarımlar o kadar güzeldi ki kimse şikayetçi gözükmüyordu.
En art-deco: Niyazi Erdoğan ilk solo defilesi olan sünnet koleksiyonuyla modada yetişkinliğe geçtiğini ispat etti. Art deco ilhamıyla hazırladığı koleksiyon giyilebilir olmasıyla 2012 yazında erkekler üzerinde bol bol göreceğimiz tasarımlardan oluşuyor. Erkek defileler arasında en beğendiğim çizgilerdi.
En masalsı: Hollanda Konsolosluğu’nda bahçede keyifli bir kokteylle başlayıp konsolosluğun bir odasına nefessizce sıkışmamız sonucu Özlem Süer’in viktoryan stili elbiselerinin denimle birleştirdiği yaratıcı tasarımlarını izledik. Her ne kadar ambiyans ve müzik tasarımın ruhuna uysa da organizasyon bozukluğu bu güzelliği izlemeyi zorlaştırdı maalesef.
En gelecek vaad eden: Studio Kaprol defilesinde Arzu Kaprol’un 4 yetenekli öğrencisini izleme şansı bulduk. Ne yalan söyleyeyim karma defilelerden çok daha başarılıydı. Boynuz kulağı geçmiş klişesi yerinde olur. Yine beyazın ve Kaprol esintilerinin hakim olduğu tasarımlar da benim favorim Gülcan Ardıç oldu. Bundan sonra adını sık duyacağa benziyoruz.
Bunlar moda ziyafetinde en çok karnımızı doyuranlardı. Organizasyon açısından çok gelişme olamasa da Türk modası adına gelişmeler görmek ve NewYork, Londra, Milano moda haftalarıyla beraber İstanbul Moda Haftasının da adını beraber duymak masadan kalkarken emeği geçenlere içten bir ellerinize sağlık dedirtti.

5 Eylül 2011 Pazartesi

VE EYLÜL PERDELERİNİ AÇAR

Yeni yılı Ocak’ta aramayın. Tüm senenin yorgunluğunun atılıp herkesin, herşeyin capcanlı olduğu, hayatın adeta yeniden doğduğu bir aydayız...Eylül... Ne bunaltıcı sıcaklar, ne kasvetli soğuklar; yerine yeni heyecanlar, yeni ufukar ve cesur adımlara gebe bir ay. Yeni sezona giren sadece TV dizileri değil aynı zamanda kendi hayatımız. O halde bu sezon tembelliği bırakmalı, şehri yaşamalıyız.

Henüz yaz mayışıklığını üzerimden atamamışken Eylül ayı etkinlik araştırmaları beni kendime getirdi. Dayanılmaz sıcaklar, kalbi çalınmış masasız sokaklar, TV’de dönüp duran gereksiz yaz programları şehir hayatını zindana çevirmeye yetmişti. Bayram tatiliyle deniz, kum, siestaya doyan bu bedenler Eylül’e dinamik bir şekilde başlayabilir. Artık İstanbul için şehri yaşama, Ankaralılar için de İstanbul’a kaçma vaktidir.
Kendimden biliyorum plansız, takvimsiz, aramadan, not etmeden hiçbir şekilde sosyalleşemem. Size de bir teşvik gerekiyorsa buyurun benim ajandamla Eylül’ü yaşayalım.

Müzik Eylül’ün Gıdası

Açıkhava konserlerinin artık son demleri, bu keyfi kaçırmayın. Heyecanla beklediğim Jamiroquai sonunda iyileşti 5 Eylül’de Kuruçeşme Arena’da. Bu muhteşem atmosferde 7 Eylül’de Ajda Pekkan’ı da dinleyebilirsiniz. Harbiye Açıkhava Konserleri de ayrı keyiftir. Hele ki Enrico Macias (13 Eylül) geldiyse dinlemek için en ideal mekandır. Türklerden de Tarkan (9 Eylül) ve Şebnem Ferah(17 Eylül) da listeye alınabilir. Babylon artık yazlığı kapıyor ve İstanbul konserlerinin hasreti bitiyor. Açılış Brighton’lı indie-rock beşlisi The Maccabees’le 14 Eylül’de. Onu takiben geçen sezon izleyip hayran kaldığım Etio-Jazz üstadı Mulatu Astatke(21 Eylül) de bir kez daha yaşanmalı. Bir diğer iddialı isim new age müziğin yaratıcılarından Yanni 18 Eylül’de Sortie’de konser veriyor olacak. Kısaca Eylül sessiz geçmeyecek.

Moda’nın Kutsal Ayı
Siz yazlıklarınızı kaldırmaya kıyamayadurun tasarımcılar 2012 yaz kreasyonunu çoktan hazırladı bile. 7-10 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek olan İstanbul Fashion Week’te modanın kalbi Beyoğlu’nda atacak. Ve tabi sezon trendlerini size iletmek için MAG yine orada olacak. IFW’den edindiğiniz ilhamı 15 Eylül’de dünyayla aynı anda yapılacak olan Fashion Night Out etkinliğinde gece boyunca çılgınca alışveriş yaparak hayata geçirebilirsiniz. Moda dünyası için Eylül kutsaldır, siz de bu ayı kutsayın ve gardrobunuzu yenilemeye başlayın.

Kaçırılmaması Gereken Sergiler
17 Eylül – 13 Kasım tarihleri arasında Antrepo’da 12. Bienal düzenlenecek. Bütününde birbiriyle ilişikli beş farklı temadan oluşan karma sergiler vizyonumuza açacak görevi üstlenecek gibi gözüküyor. 28 Eylül’de İkincisi düzenlenecek olan İstanbul Design Week de takvime mutlaka işlenmeki. Konseptine yakışır bir yerde Galata Köprüsü’nde düzenlenecek sergiler genç tasarımcıların sınırsız yaratıcıklarını paylaşıyor olacak. Geçtiğimiz ay gezme fırsatı bulduğum Son Kodacrome sergisi İstanbul Modern’de 4 Eylül’e kadar sürüyor olacak. Bir dönem anılarımızı renklendirmeyi başarmış adına şarkı bile yazılmış Kodachrome filminin son yolculuğu dünyaca ünlü National Geographic fotoğrafçısı SteveMcCurry’nin objektifinden 36 pozluk filmle sergileniyor. Bir veda niteliğindeki bu sergi kesinlikle gezip görülmeli.

Yaz Gitmeden
Hava henüz soğumamışken yazlık mekanların, terasların, havuzların keyfi çıkartılmalı. Tüm bu şehir etkinlikleri yorduysa haftasonu kaçamağı ilaç gibi gelecektir. Sezon sonu Ege sahillerinin sessiz, dingin havası tadından yenmez. Çok uzağa gitmek istemezseniz de Karadeniz sahilleri, Ağva, Şile ideal bir seçim olacaktır. İstanbullular Kuruçeşme açıkhava mekanlarını değerlendirsin, geri konan masalarla Asmalımescit’le hasret gidersin, teraslarda muhteşem manzarayla ruhunu dinlendirsin. Ankaralıların da kaçamağı İstanbul olsun bu ay.
Bu dinamizmle başlanan Eylül ayı tek bir aya indirgenmesin ve aynı heyecanla daim olsun. Bu şehir her gün her saat yaşıyor. Başlangıç ajandası benden gerisi yaşamayı bilenlerden.

Keyifli Eylüller...



11 Temmuz 2011 Pazartesi

FESTİVAL GÜZELİ

Yaz sezonunun en eğlenceli aktivitesi şüphesiz festivallerdir. Gündüz başlayıp sabahın ilk ışıklarına kadar hatta birkaç gece süren bu etkinliklerde evden çıkarken özene bezene hazırlandığınız görünümünüzü korumak epey uğraş gerektiriyor. İşte size sürekli aynaya bakmaya gerek kalmadan müziğe kendinizi vermenizi sağlayacak festival makyajı tüyoları...
  • Çok zorunda değilseniz fondöten kullanmanızı önermiyoruz. SPF korumalı nemlendirici ve krem allıklar yeterli olacaktır. İlla fondöten diyorsanız da uzun süre dayananı seçmek önemli. Unutmayın festival alanları makyaj tazelemek için pek uygun yerler değil.
  • Teninize uygun bronzlaştırıcı pudra güneşlenmiş görünümü verecektir zira günün ilerleyen saatlerinde teniniz doğal olarak bronzlaşacaktır. Rock n roll yapan bir ıstakoz gibi gözükmek istemiyorsanız güneş sütünüzü kesinlikle ihmal etmeyin.
  • Ağır göz makyajlarından kaçının. Waterproof maskara kullanmazsanız günün sonunda akmış makyajınızla rock performansı için sizi yanlışlıkla sizi sahneye çıkarabilirler. Günboyu güneş gözlüğüyle gezineceğinizden hafif bir maskara ve krem eyelinerla geceyi kurtarabilirsiniz.
  • Festivaller her türlü çılgın makyajı yapabilmeniz için en elverişli ortam. Gözünüzün kenarına çiçek desenleri, pırlantalarla festival ruhuna uygun bir tarz yaratabilirsiniz.
  • Festival makyajının en kilit noktası tabi ki avaz avaz şarkılara eşlik edeceğiniz parlak dudaklar. Yazın tüm canlı renklerini sırıtmadan kullanabileceğiniz tek yer burası. Sezonun trend rengi fuşya ve turuncu ideal seçim olacaktır. Rujunuzla ayni renk pastel ojelerinizle göz kamaştırabilirsiniz. Chanel’in rengarenk vernis serisiyle trendi yakalayın.
  • Tüm makyaj malzemelerinizi çantaya atmaya gerek yok. Sıcaktan erime ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerek. Çok fonksiyonlu hem yanaklarınızı hem dudaklarınızı renklendiren kremsi ürünler doğru seçim olabilir. Benefit’in makyaj kitleri ve tintleri bunun için doğru adres.
  • Çantanıza makyaj temizleme mendili ve ayna atmayı da ihmal etmeyin. Alkol, dans, müzik derken topladığınız tüm o ideal malzemelerinizi ne şekilde kullandığınızı fark edemeyebilirsiniz

Artık göz kamaştırmaya hazırsınız. Tüm dikkatleri çektiğiniz ve renk saçtığınız güzel yüzünüzle gülümsemeyi unutmayın, o zaman festival anlamını yaşatacaktır.

Yakın Zamandaki Festivaller:

2-3 Temmuz Efes One Love Festival / Santral İstanbul

15-17 Temmuz Rockn Coke Fest/ Hezarfen Havaalanı İstanbul

11-13 Temmuz Pinkpop Festival/ Amsterdam

Ürünler:

benefit cha cha tint dudak yanak renklendirici 78tl

Ysl krem allik blush no 4 87tl

Mac surf baby cheek powder 75tl

Chanel le vernis in mimosa no 557 oje 65tl

7 Temmuz 2011 Perşembe

BEŞ DUYU FESTİVALİ TOSKANA

Hani manzara resimleri vardır saatlerce bakar keşke orada olsam dersiniz ya da duvar kağıdı yapar sonra dalıp gider iş yapamaz olursunuz. İşte Toskana sizi o resmin içine alır ve kopamayacak hale getirir. Hem içim huzurla hem midem güzel yemeklerle dolsun diyorsanız İtalya’nın yeşili Toskana doğru adres.

İki sene önce sırt çantam ve bisikletimle en öğrenci halimle keşfettiğim Toskana’yla bu yaz daha olgun ve cebi dolgun gurme bir konseptte kavuştuk. Şunu anladım ki İtalya’nın neresine olursa olsun yapılacak seyahatler bir kereden fazla olmalı. İlki turistik, tarihi bakış açısıyla kalanı ise daha önce gezdiğiniz yerlerin dekorunda tamamen yeme ve içme kültürüne kendinizi vererek olmalı. İkincisinden memnun kalıyorsanız zaten üçüncüye fırsat olmuyor çünkü oradan ayrılamıyorsunuz.
Kelimelere sığmayacak bu eşsiz gezinin ilk durağı Toskana’nın en büyük şehri Floransa’ydı. Floransa başlı başına ayrıca gezilmesi, yaşanması gereken bir yer. Her köşesinden rönesans fışkıran bu şehri turlarken kendinizi Medici asilzadesi gibi hissetmeden edemiyorsunuz. Mimarisi, heykelleri, Duomo’su, David’i, müzeleri, açık müze şeklindeki meydanları ve eşsiz güzellikteki köprüleriyle bezenmiş Arno Nehri’yle başlı başına bir tarihi eser. Burası insanda sanatçı olma isteği uyandırıyor. Bu yüzden dünyaca ünlü sanatçıların buradan çıktığına şaşmamalı.
Floransa’dan araba kiralayıp selvi ağaçlarıyla süslü yemyeşil yollar boyunca Toskana turuna başlayabiliriz. Burada yerleşim tepelerdeki ağaçlar arasına saklanmış çiftlik evlerinde tavşanlar, ateşböcekleri, her türlü börtü böcekle içe şekilde. Benim kaldığım San Gimignano’daki pansiyon Podere Villuza da bu konseptte büyük bir taş evden oluşuyordu. Sabah masanıza konan zeytinyağı, akşam kadehinize doldurulan şarap direk evin bahçesinden imal edilmiş. Tembelleşip tüm gün yatmazsanız civarda her biri ikişer saatte gezilebilecek küçük küçük kasabalar bulunmakta. Hepsinde bir meydan, kilise, şarap evleri ve şarküteriler sabit. Floransa’daki Medici kostümünüzü burada çıkarıp ortaçağ şövalye kostümünüzü giyebilirsiniz. Kuleleriyle ünlü San Gimignano güzel bir başlangıç olacaktır. Gidip dönenler nasıl oralar bıraktığım gibi mi diye soruyorlar da aynı soruyu 13.yüzyıldan biri gelip sorsa da “evet, aynen öyle” diye yanıtlayabilirsiniz. Dokusunu bu kadar koruyabilmesi zaten buraları en özel kılan şey.


Siena ise bence Toskana’nın en gözdesi. Gecesi de gündüzü de yaşanmalı. Temmuz veya Ağustos’ta gidiyorsanız geleneksel Palio festivalini kaçırmayın. Göz alıcı meydanı Piazza del Campo’da gerçekleştirilen Siena’nın sembolü olan bu at yarışını izlemek için her yıl binlerce kişi buraya akın ediyor. Renklerine ve sokaklarına bayıldığım bu şehrin her bir köşesi fotoğraflık. Meydanda şarap eşliğinde bruschettanın tadına varın ve gotik mimarili kiliselerini mutlaka ziyaret edin. Buraya özgü tatlı bisküvi cantucci ve panforte tatmayı da ihmal etmeyin.

Bir diğer durağımız ise lezzet diyarı Greve in Chianti. Meşhur Chianti şaraplarının kaynağı yemyeşil bağlar ve zeytin ağaçlarıyla dolu küçük bir kasaba. Havasını içinizde hissetmek istiyorsanız bisikletle gezmenizi öneririm. Buraya çok sayıda şarap tadım turları düzenlenmekte. Bolu Dağı tesisi görünümlü salaş bir restoranda tüm turun en doyurucu sofrasına şahit oldum. Masada canlı bir dana yatıyordu adeta. Bölgenin en meşhur yemeği Bistecca alla Fiorentina etçil biri olmadığımdan bana çok hitap etmese de yiyenleri izledikçe iştahımı kabarttı diyebilirim. Yerinde tadacağınız Chianti şarabı da bu lezzeti eşsiz kılacaktır. Şarküteri ürünlerinin hastasıysanız Toskana mutfağı tam size göre. Yaban domuzu o kadar ünlü ki din, iman bırakmaz. Dondurmalarını ise övmeye gerek yok zaten tüm dünya biliyor.

Chianti’de tıka basa doldurduğnuz mideyi Monterrigioni’de doğa yürüyüşü yaparak eritebilirsiniz. Surlarla kaplı bu şirin ufacık kasabada manzaraya doyamayacaksınız. Toskana gez gez bitmez, atlanmaması bir diğer şehir de İtalya diyince akla gelen Pisa kulesinin olduğu Pisa’dır. Bura sanıldığı kadar büyük değildir. Pisa Kulesi’ni bulup klasik yaslanmış gibi fotoğrafınızı çektirip geri dönebilirsiniz. Onca köy kasabadan sonra turist kalabalığı boğacaktır. Vakit kaybetmeden buradan trenle 20 dakika mesafedeki surlarıyla ünlü, yanakları sıkılası şehir Lucca’ya gitmelisiniz. Antika pazarına da denk gelirseniz tadından yenmez. Arabanın geçmediği sarmal şeklindeki bu şehir, surlar üzerinde yürüyüş ve bisiklet turu için ideal.

Rönesansı, orta çağı, köy hayatını bir arada tadabileceğiniz beş duyunun beşine birden hitap eden bu çok yönlü tur için mayıs ve eylül ayları ideal. Dinlenmek isteyenler, ilham arayanlar, boğazına düşkünler, yaşamayı sevenler ölmeden önce yapılacaklar listesine Toskana’yı şimdiden ekleyin. İyi tatiller…

Floransa noktaları: Via Calzaiuoli’de alışveriş, Vivoli’de dondurma (wasabili bile var), Gilli’de kahve, Rivoire’da tiramisu, Santa Croce civarında aperetivo, Nove’de akşam yemeği

Tadılası şaraplar: Brunello Di Montalcino,Vino Nobile Di Montepulciano, Chianti Classico (Mahzene uğramadan dönmeyin)

Hediyelik: Deri çanta cüzdan, Floransa kağıdından defterler,el boyaması tepsi, Siena’dan cantucci ve panforte, zeytinyağı, baharat, Chianti şarabı, el yapımı seramikler



7 Haziran 2011 Salı

KENDİN İÇİN ÜRET


Şehir hayatının karmaşasında kendi ayakkabımızı bağlamaya bile üşenirken kendi sandaletimizi yapabiliyor olmak, burada yapılmışı var zihniyetinden çıkıp öğrenmeye zaman ayırmak o kadar da zor değilmiş. Tüketim canavarı olduğumuz şu günlerde üretmenin heyecanını ve değerini hatırlatan bir yer var artık: Galata’nın taze üretim evi Mavra Atölye ...

Turistik cazibesinin yanında giderek artan tasarımcı dükkanları, tarihi dokusuyla harmanlanmış entelektüel karakteriyle Galata, İstanbul’un her köşesinden ilham fışkıran bir yeri olmuş. Ben de kendim için ilham ararken keşfettim Mavra’yı. Galata’nın semtiyle anılan Doğan Apartmanı’nda bir ay önce açılan Mavra Atölye “kendi kendine yap” sözünden yola çıkarak çikolatadan sandalete yaratıcılığı, öğrenmeyi, üretmeyi, kendin için bir şey yapma hissini yaşatan aylık ve günlük atölye çalışmalarından oluşuyor. Zanaatı hatırlamak, hatırlatmak ve fabrikasyon imalatların ilk tasarlanmış haline dokunabilmek fikriyle ortaya çıkan Mavra Atölye, ortaklarının ve arkadaşlarının ilgi alanlarıyla oluşturulan workshoplarla alışılmışın dışında bir atölye olarak hizmet vermekte.

Benim ilgimi en çok çeken “kendi sandaletini kendin yap” atölyesi oldu. Büyük hevesle alıp, sızlayan ayaklarla “ben daha iyisini yapardım” diyip köşeye atılan sandaletlerin intikamı olacaktı bu atölye. Nitekim atölyeyi yürüten Hacettepe Üniversitesi Resim Bölümü’nden Mehmet Örs hocamız da hiçbir yerde sandalet bulamadığından yakınarak kendi kendine yapmayı öğrenmiş. Üretmenin bahçede domates yetiştirmekten ibaret olduğunu düşünürken kendi sandaletimi kendim yapıyor olmak beceremesem de denemeye değer gözüktü ve büyük bir heyecanla işe koyuldum.

Atölye, öyle seri üretim imalathanesi ya da okul disiplininde bir sınıf gibi değil de kendi atölyeniz gibi dilediğiniz şekilde sohbet edip, bir yandan çalışırken şarap içebildiğiniz sıcacık bir ortam. Yapılan iş de gözüktüğü kadar basit değil. Ne yapmak istediğine karar vermek, onlarca seçenekten renkler, deriler seçmek, kesip, biçmek, tasarımı canlandırmak dikkat, istek ve sabır gerektiren bir süreç. Heyecanla başladığım sandalet yapımı bir süre sonra sanatçı intiharlarına empati kurmaya başladığım bir aktiviteye dönüştü diyebilirim. Sınırsız hayal gücünüzü üretime dökmek kolay bir iş değilmiş. Size tavsiyem sıfırdan başlıyorsanız tasarımlarınızda uçmayın, bir günde Picasso yaratmıyorlar. Bir bıyık deseni çizip kesmek ömrümden ömür çaldı diyebilirim ama çıkan sonuca “bıyık mıydı o?” denmesi de çalınan ömrümü parçalara ayırdı. Yine de sonuç ne olursa olsun kendi yaptığınız şey, her şeyden daha değerli. İlk yapılan pastel boya resimler duvarları süsler ya ben de uzun bir süre salonumun ortasında sergiledim sandaletimi. Başkası yapsa 5 kuruş vermem ama ben yaptım ya o paha biçilmez artık. Sırf bu ego için gidin, görün, kendiniz için bir şey yapın. Sizi kunduracı yapmıyorlar ama keyifli, yaratıcılığınızı keşfettiğiniz bir zaman sunuyorlar. Geliştirmek size kalmış.

Katılımcı profili de kendi mesleklerinde başarılı birçok isimden oluşuyor. Sandalet dışında düzenledikleri atölyeler, kendi çikolatanı, yemek takımını, lambanı yap, moda fotoğrafçılığı, heykel, seramik, kendi saçını tanıma atölyesi gibi çok fazla ilgiye hitap eden çalışmalardan oluşuyor. Mehmet Hoca’ya yaptığımız baskılar sonucunda kendi çantanı yap da bunlar arasına katıldı.

Kendin pişir kendin ye mantalitesini benimsemiş yurdum insanı böyle atölyelerle bunu mangaldan öteye taşıyabilir diye düşünüyorum. Tükettiklerimiz her geçen gün bizden çalarken, ürettiklerimizle kendimize bir şeyler katıyor olmanın bilincini hatırlattığı için Mavra ve benzeri atölyeleri destekliyor, kendinizi emeğinizle şımartmanızı tavsiye ediyorum.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

MODERN PERİ MASALI: PRENS WİLLİAM & PRENSES KATE


Peri masalları yalnız çocuklar için midir sanıyorsunuz? O zaman kraliyet düğününe tanıklık etmemişsiniz demektir. Aylardır tüm dünyaca konuşulan ve nesiller boyunca da anlatılmaya devam edecek bir peri masalı şimdi 7’den 77’e herkesin dilinde..Prens William ve Prenses Kate: modern peri masalının kahramanları

Siz bu satırları okuduğunuzda onlar milyonların izlediği ihtişamlı düğün törenlerinin (bir skandal olup iptal olmazsa) ardından balayının tadını çıkarıyor olacaklar ama biz hala onları konuşuyor olacağız. Düğün çok konuşuluyor olacak ama aylardır yapılan hazırlıklar ve beklenen gün yalnız İngiltere’de değil tüm dünyada fenomen haline geldi.

Kasım ayında Londra ziyaretimde istem dışı nişanlarına tanık olmuştum. Evleniyorlar demek diyip kenara koyduğum gazete aslında saklanması gereken tarihi bir sayıymış, kınandım. O tarihi günden sonra İngiltere için yeni bir ilgi alanı doğmuş oldu. 30 yıl once Diana’yla yaşanan heyecan şimdi Kate’le yeniden hayat bulmuş. Prenses de halktan biri olunca dikkatler daha da artıyor ve peri masalı adeta sözlük anlamını yaşatıyor.

Peri masalını şöyle bir irdeleyecek olursak 8 yıllık geçmişe dayanan bir ilişkinin beklenen sonu diyebiliriz. Öyle ki Kate’e yıllarca beklediğinden “Waity Kate” lakabı takılmış. Hikayenin özeti, William ve Kate üniversitede sanat tarihi okurlarken tanışırlar. Sıkı arkadaşlık yerini aşka bırakır. Sonradan parti organizasyonları şirketi kurup milyoner olan memur bir anne babanın kızı Kate kafasına prenses olmayı koymuştur. Yılmaz, sabırla bekler ve 8 senenin sonunda Diana’nın yüzüğünü parmağında bulur. William, teklif ederken korkmuş, kızın babasına soramamış ya izin vermezse diye sanki “benim prense verecek kızım yok” diyecek ya da Münir Özkul tribiyle gurur yapacak biri olabilirmiş gibi.

Yüzyıllarca kraliyet düğünleri geleneksel tarihi bir organizasyon olmuş. Bunların en görkemlisi ise ilk kez canlı yayınla herkesin şahit olduğu Prens Charles ve Prenses Diana’nın düğünü olmuş. Bu yüzden geleceğin kral ve kraliçesinin düğünü olarak görülen Prens William ve Prenses Kate’in 29 Nisan Westminster Kilisesinde gerçekleşen düğününün daha da gösterişli olması bekleniyor.

Düğün günü ülkede resmi tatil olarak ilan edildi ve aylar öncesinden sokak partileri organizasyonları, özel tur paketleri, hatta 20 bin kişilik kamp alanı ayarlandı. Londra için 2012 olimpiyatları öncesi turizm patlaması alıştırması yaşanıyor olabilir. Gelinliğin tasarımcısı, balayı mekanı gibi ayrıntılar sır gibi saklanırken düğün davetiyesi olarak hazırlanan altın işlemeli havluların Denizli’de üretilmesi bize de çorbaya tuz katma şansı sağladı. Süpriz isimler beklenen 1900 seçkin davetli listesinde Kate’in mahalle kasabından devlet liderlerine kadar pek çok isim mevcut. Bu isimlerin dışında da 2 milyara yakın kişinin düğünü canlı izlemesi bekleniyor.

Bu ülkenin kraliyet tutkusunu kıskanmıyor değilim. Biz anca dizilerde sultan padişah aşklarıyla meşgul olurken onlar canlı bir kraliyet aşkıyla kendilerinden geçebiliyorlar. Düğün değil ama insanların bu çılgınlığı izlemeye değer doğrusu. Prens William ve Prenses Kate ürünleri birer pazarlama harikası olmuş ve hatıra ürünleri piyasanın en hit ürünü olmuş durumda. Hediyelik kupa,anahtarlıklardan, oyuncak bebeklere ve hatta prezervatife kadar akla gelen, gelmeyen her tür üründe William&Kate’i görmek mümkün. Çiftin aşkının filmi bile düğünden önce yayınlanmaya başlandı. Tüm bu gösterişten tek faydalanacak olanlarsa hediye yerine yapılan bağışlarla yaşamlarını sürderecek olan filler ve diğer hayır kurumları.

Diana’nın da tüm ihtişamla gelin olup yine bu ihtişamdan kaçarken hayatını kaybetmesi bir gelinde nasıl bir psikoloji uyandırır bilmiyorum ama Waity Kate hayallerine kavuşmaktan, halksa aynı hikayeyi baştan yazmaktan memnun görünüyor. Biz uzak diyarlardaki izleyicilere ise darısı başımıza demek düşüyor. Bu arada prenses hayali olanlara hatırlatma: Prens Harry halen bekar ve kraliyet halka açılmış durumda. Sizin de bir peri masalınız olabilir. Sevgiler...

19 Nisan 2011 Salı

MACARON AŞKINA


En derin aşk hikayeleri gibi bu hikaye de seneler önce Paris’te ılık bir ikindi vakti başladı. Onlarca çekik gözlü kafanın arkasında hemen de göz alıyordu gökkuşağı renklerini saçarak. Gerçek misin, rüya mısın diyerek iteledim Japon kafilesini, yapıştım camına. İşte o an bağlandık birbirmize o leziz macaronlarla. Şimdi yıllarca tüm sadakatimle beklediğim minik mutluluklar benim için buradalar.

“Paris’ten bir isteğiniz var mı?” sorusunun koşulsuz cevabı, soran yoksa Paris’e gitmenin tek sebebi olan Ladurée macaronlarıyla tanışmam böyle başladı. Renkli, göz alıcı tatlıların kimyasal olduğuna dair yalanlarla büyüdük. Belki yasaklı gibi gözükmesiydi kendine çeken ama tadınca anladık ki işin içinde başka bir büyü var. Şimdi Bebek ve İstinyePark’taki mağazalarıyla aradaki kilometrelerce mesafe de kalktı. Yine de şık sunumu, hayıflatamayan yüksek fiyatıyla bir simit konseptinden ziyade özel günlere saklanan nadide tatlı konumunu sürdürmekte. Binbir ricayla zorla yurt dışından getirttiğim macaronları günlerce kıyamayıp kuruyana kadar sakladığımı bilirim. Neyse ki artık yakındalar ve saatlerce seyretmeye gerek yok.

Yeni bir fenomen olarak görülse de geçmişine bakacak olursak rönesans dönemine kadar uzanan bir tarihe sahip olduğunu görüyoruz. 20. Yüzyılda Medicilerin kızının Fransa kralına gelin gitmesi yanında aşçısını da götürmesiyle macaronu Fransa’ya everiyoruz. Her leziz şeyin altından olduğu gibi bunun da altından İtalyanlar çıkıyor ama arasındaki muhteşem ganache sosunu da Fransızlar geliştirerek üne kavuşuturuyor. Günümüzde artık her pastanenin vitrinini rengarenk çeşitleri süslemekte ama Ladurée’nin farkı Paris’ten geliyor olması. Yolda bayatlar diye endişe etmeyin fırından taze taze çıkıp yenen birşey değil zaten. İdeali iki gün bekletildikten sonra satışa sunulmasıymış, üzerine biraz Paris esansı da katıldı mı tadından yenmez zaten.

Uzun bir süre bu lezzetin hasretiyle yanıp tutuştuğumdan kendi çapımda elde etmeye çalışmalarım oldu ve elde edememede uzmanlaştım. Internet’ten bulduğum öz hakiki macaron tarifleriyle denedim ama bisküvi arasına nutella sürmekten öteye geçemedim malesef. Aradaki o kremada nasıl bir formül varsa artık hiçbir aşçı tutturamıyor. Söylentiye göre de sos mutfakta çıkan bir yanlışlıktan doğmaymış. Ürünün yaratıcısı Desfontaines’in yardımcısı yanlışlıkla sıcak kremayı çikolatanın üzerine dökünce ustasından “sersem” (ganache) diye fırça yiyor. Ama daha sonra bu sersemlik o sihirli sosu meydana getiriyor. Tabi bütün bu detayları yerken düşünmüyorsunuz. O anın ritüeli kelimelere sığmaz. Hele yanında kahveyle boğaza karşı yiyorsanız bambaşkadır keyfi.

Tavsiyem, birini mutlu etmek istiyorsanız her çeşidinden bir kutu yaptırıp götürün. Daha güzel bir hediye olamaz. Tek bir tanesine verilen bedelle bir öğün yemek yemek de mümkün tabi ama en pintisinin bile “değdi ama” dediğine şahidim. Evde denemeye kalkmayın, olmuyor. Banyan ve Divan pastanelerinde de benzer lezzete erişebilirsiniz. Yeni başlayanlar vanilyalıyla başlamalı akabinde devamı gelecektir. Kıyamamayı da fazla abartmayın kuruyunca tüm cazibesini yitiriyor. On dakika seyir, beş dakika yeme ve yenisine geçene kadar süren limitsiz mutluluk macaron yeme süreci olarak tanımlanabilir.

İtiraf etmeliyim ki nisan sayısı için ne yazsam diye kafa patlatırken tüm miskinliğimle macarondan ilham bekliyordum ki ilhamın ta kendisi olduğunu fark ettim. Bir tadı kelimelere dökmek oldukça zor. Üzerine şiir yazamam belki ama yerken şiir dinler gibi oluyorum diyebilirim. Bu kadar övgüden sonra Ladurée’nin beni macarona boğacağını hayal ederek sizlere afiyet olsun diliyorum.

8 Mart 2011 Salı

IFW GÜNLÜĞÜ


Moda “kendine yakışanı giymektir” diyip kenara atılacak kadar basit, sadece fashion tv’den takip edilecek kadar da uzak değilmiş. 3-6 Şubat’ta dördüncüsünün düzenlendiği İstanbul Fashion Week gösterdi ki Türk modası yanı başımızda dünyaya meydan okumaya hazırlanıyor. Bu organizasyonlar sayesinde beni de içine çeken Türk modasını yerinde inceledim ve defilesinden, partilerine, davetlilerinden, mankenlere rengarenk bir ifw günlüğüyle döndüm.

İlk olarak MAG Mayıs için hazırladığım genç tasarımcılar dosyasıyla Türk modasına dalmıştım. Dalış o dalış, tanıştığım sıcakkanlı tasarımcılar, Galata’da dizi dizi butikleri derken fashion week organizasyonları benim için işten çok zevk oldu. Yazınki Taşkışla macerasından sonra bu kış Santralİstanbul’da kendini daha geliştiren bir organizasyonla karşılaştık. Her defilenin farklı PR’ı olması basın için işleri epey zorlaştırsa da davetlileri daha ayrıcalıklı hissettirdiği bir gerçek. Yine de defile öncesi halk ekmek kuyruğu tablosu malesef tekrar yaşandı. Herkes kırmızı halıdan kasıla kasıla geçse de defile merdivenlerinde herkesle bütünleşmek zorunda kaldı. Ezilme tehlikesi dışında eğlenceli bir manzaraydı aslında. Hiç bir zaman yurt dışı moda haftalarında erişemeyeceğimiz bir şey de bu defileleri izleyebilme süreci olacak sanırım. Ya protokol olacaksın ya da metrobüs idmanın olacak.

Gelelim defilelere...Tümünü izleyemesem de izlediğim kadarı nereye gittiğimizi anlamama yetti. Öyle bir yerde yaşıyoruz ki ilham alınacak tonla güzellik var ve sonunda bunu fark edip genç tasarımcılarımızla kumaşlara dökülmeye başlanmış olması gurur verici. Adlarını zaten dünya çapında duyurmuş hazır giyim markalarınınsa ticari kaygı gütmeden görsel bir şölen hazırlamaları etkileyiciydi. Makyajı, kareografisi, müziği, sunumu herşeyiyle yoğun bir çalışma olduğu belli. Daha gidilecek çok yol olduğu bariz ama bir ilerleme olduğu da gerçek. Yalnız kıyafeti çok zarif taşıyan mankenlerin yanında acaba eksik manken vardı da kapıcının kızını mı çıkardılar diye düşündürten mankenlerin de yer alması hoş olmadı. Ego patlaması yaşamadan sadece kıyafeti tüm güzelliğiyle sunabilen çok az manken gözlemledim onlar da Merve Büyüksaraç, Sedef Avcı, Ahu Yağtu ve Didem Soydan’dı. Bir tespitim de burun ne kadar kötüyse podyumda o kadar iyi yürüyorsun. Burnu kötü olanlara duyurulur!

Tasarımlar genellikle deri, siyah, transparan ağırlıklıydı. Tasarımcılardan da en çok ve yine her zamanki gibi Özgür Masur’un koleksiyonunu beğendim. Geçen sezonki peri masalı çizgilerinin dışında son derece feminen, ebru desenleriyle su gibi bir koleksiyon olmuş. Geçen ifw’de sorduğumda ilham kelimesine inanmadığını belirtmişti. Kelimeye inanmasa da ruhunda kendinden ilhamlı belli ki, sunumu ve çizgileriyle çok yaratıcı ve göz alıcıydı. Son gün sohbet etme fırsatı bulduğum ünlü Fransız blogger Yvan Rodic’i de tek etkileyebilen tasarımcı kendisiymiş. Özgür Masur kadar başarılı bir diğer tasarımcı da Simay Bülbül’dü. Bu iki tasarımcı gerçekten kadını kadın yapan kıyafetler ortaya çıkarıyorlar. Özellikle Simay Bülbül’ün aksesuarları o muhteşem deri tasarımlarını mükemmel bir şekilde tamamlayarak hayat veriyor. Yine bu iki defiledeki Mehmet Turgut katkısı da görsel şov olarak izleyenleri etkilemeyi başardı. En çok konuşulan bir diğer tasarımcı da izleyemesem de Zeynep Tosun’du. Artık kendisinin karma defilelerden çıkıp solo defile düzenlemesi için ben de kampanya başlatacağım. Gamze Saraçoğlu barok esintisiyle yine çok zarifti. Gül Ağış’ın Patti Smith ve Picasso’yu iç içe getirdiği mavi, siyah, gri üzerine “asi”metrik tasarımları çok farklıydı. Tuvanamın kat kat top top çizgileri gelecek sezon Osmanlı esintileriyle başka bir havaya bürünmüş. Tasarımlarında organik materyaller kullanan Nej, hem çevre dostu hem moda dostu ürünler çıkarmış. Atıl Kutoğlu için fazla söze gerek yok. İnsanı Londra moda haftasındaymış gibi hissettiriyor. Tüm tasarımcıların yer verdiği belli ki gelecek sezonun hit trendi “deri”yi en güzel o kullanmış kadın vücuduna çizmiş adeta.

Hazır giyim markaları da kendi içinde gösteriş yarışındaydılar En çok ses getiren Dita Von Teese’i smokinle çıkarmasıyla Damat ve ünlü Brezilyalı model Alice Dellal’ı çıkaran Mavi oldu. Alice Dellal, her ne kadar manken ebatlarında olmasa da sanki Mavi için yaratılmış. Asi ruhu, tarzıyla markayı yansıtan son derece başarılı bir seçim olmuş. Onu “vay vay vay” diyerek izleyen Kıvanç Tatlıtuğ’un da defilede olması bize reklamı canlı izleme şansı verdi. Derimod defilesinde de ünlüler geçidi yaşandı. Ama bu sefer ünlüler podyumdaydı. Zamanının en gözde mankenleri Demet Şener, Çağla Şıkel, Ece Sükan son derece feminen deri ceketleri taşıdılar. Bir de üstüne Emre Altuğ çıkınca izleyeciler iyice coştu. Tasarımlar da oldukça başarılıydı. Özellikle Ece Sükan’ın styling katkısı derilerden rol çalmış adeta. Geçen sezonu Alessandra Ambrosio’yla kapatan Kotonsa bu sezon disko konseptiyle discorium’un dans pistinde parti kıyafetlerini sundu. Mekan gece kulübü olunca defile de biraz pavyon localarından izlenir gibi oldu. O kadar bekledim sonunda bir disko dansı yapılsın ama biraz sönük kapandı. Ama gece kapanış partisiyle devam edince hep bir ağızdan “yaşasın moda” dedik.

Tabi moda sadece podyumda devam etmiyor. Defile aralarında kampüste herkes kendi defilesini sunuyordu. Defileleri izlemeye gitmek için de herkes kendi koleksiyonunu hazırlamış. İtiraf ediyorum ben de bir hafta üzerinde çalıştım ne giyeceğim diye. Tasarımcılar nasıl hazırlanıyor düşünemiyorum. Tasarımcıların birbirleriniz izlemesi de çok hoş bir hareketti. Hiçbir yurt dışı defilesinde bir tasarımcının diğerinin defilesini izlediğini göremezsiniz. Bizimkiler de sonradan havaya girip böyle jestleri atlamazlar umarım.

Modayla iç içe geçen 4 günün sonunda diyebiliriz ki moda her yerde ve moda artık İstanbul’dan sesleniyor. Henüz yeni doğmuş moda haftamızı, gencecik yaratıcı tasarımcılarımızı destekleyelim ki devlerin bizi ziyaret ettiği ve bizimkilerin devlere gittiği ve sonunda devleştiğimiz günleri görelim.