15 Mayıs 2012 Salı

Amsterdam - Kurallar Yok


Rio dönüşü iklim farkı, kültür farkı, doyamamak ve benzeri etkenlerle kendine gelemeyen bedenin ilacı Amsterdam’daymış. Daha dönüşümün üzerinden 3 hafta geçmişken içinde bulunduğum cenazeevi ruhani durum beni bile usandırdı. Baktım pasaportumda zar zor aldığım schengenim kalmış, gitti gidiyor. Aman yarabbi gitmem lazım dedim ve Avrupa’da en ucuz nere var diye düşünmeye başladım. Evini açmış beni bekleyen Murat ve aylar öncesinden biletlerini alan Müge-Onur çiftinin de gazıyla, e bir de fırsat sitesinde gördüğüm ucuz biletle bir anda Amsterdam’a haftasonu için 2 gecelik bilet alırken buldum kendimi. Ne kadar bunalım saçmışsam etrafa kimse ne alaka diye sormaya bile yeltenmedi. İyi gelecekti Amsterdam, geldi de.

Madem her şeyi anlık yapıyoruz hiçbir şey düşünmeden gidiyorum dedim. Bu tatilde “kurallar yok”. Murat da bu kafada olacak ki aslında çok da iyi tanımasa da benim gibi bir sürpriz yumurtayı buyur etti. Tabi has Kayseri mantısının da etkisi büyük. Ha daha önce de Amsterdam’a gitmiştim. Ama kesinlikle saymıyorum. O zaman da sevmiştim, hatta çocukluk kahramanım Anna Frank’ın evini görebilmek için küçükken hep Amsterdam’a gitmeyi hayal ederdim çılgın hayatından bihaberken. Allahtan o zaman gerekli turistik yerleri elemişim de şimdi tam bir çılgın hafta sonu yaşamış oldum.



1.gün: Onur Air’le sabahın köründe çıktım, vardım. (şaşkınlık 1) Kafam o kadar rahat ki ne hava durumuna bakıyorum, ne nereye gideceğim, ne yapacağım. Her şeyi saldım. Böylelikle Murphy benim neler yaptığımı fark etmeyip bana elleşmeyecek. Yeni ideolojim bu ve işe yarıyor. Kurallar yoksa Murphy de yok. Mart sonu Amsterdam’ın buz gibi ve yağmurlu olması beklenirken benle birlikte mis gibi bir havası geliyor. (şaşkınlık 2)

Murat da Anna’nın komşusu e güvendeyim kahramanım da yakın diyorum, rahatım. Murat’ın evi olduğunu sanarak gelmiştim yurt odasıymış e adam öğrenci ne okuyor onu bile bilmiyorum. Benden beklenmeyen şeyler. İki kişi paylaşıyorlar evi. Diğer arkadaş da Kolombiyalı Pablo (bana ilk tanıştırılan şekli bu) Babası da mafya diyor iyice gergin bir durum ama benim kafa rahat oo Kolombiya iyidir uçarız diyorum. Sabahın köründe keglevicle karşılayan Murat zaten önümüzdeki 48 saatin nasıl geçeceğinin işaretini veriyor. Bir de bana bisiklet veriyor ki tadından yenmez.  Bir Lance Armstrong olamasam da kız misafirler arasında en çok dayanan bisikletçi unvanını kazanıyorum.


Kahvaltıya Greenwoods diye şirin mi şirin bir English Breakfast cafesine gidiyoruz. Bu tatilin konsepti “kurallar yok” olduğuna göre her zaman ıyyy dediğim domuz etini afiyetle yiyebilirim. Hayatımın ilk eggs benedictini yiyorum. Dindar değilim Allahtan çünkü leziz.

Sonra ben günlük keşif turum için ayrılıyorum ve rotam Van Gogh Müzesi’ne gidiyorum. Tesadüf ki Onur-Müge çifti de oraya doğru yol almakta. Van Gogh’la bağlarımızın oluşması da bugüne dayanıyor çünkü sonrasında sürekli bir tesadüfi Van Gogh işlerinde kendimi buluyor olacağım. Müze görülmeye değer. Fazla zaman harcadığımdan Rijks’i atlıyorum ki bir daha gelmem için bir sebep olsun. Mügelerle tipik turist foto çekimleri ve park turundan sonra Murat’la asıl amacımız için buluşuyoruz. Bu arada şehri zaten seyir halindeyim. Her köşesinde bir fotoğraf, benim zıplama çalışmalarım olmazsa olmazlar. Bisikletle gezmek lazım bu şehri gerçi ben her kanalı köprüyü birbirine benzettiğimden sürekli eve geldik sanıyordum ama olsun. Nereye giderseniz size kapıyı açarlarJ


Murat beni Burger Bar’a götürüyor. “Best in town” imiş, harbiden öyle. Hollanda mutfağı diye de bir kavram yok sanırım, kasmadım yöresel yiyeceğim diye peynirden başka bir şeyde üstün olduklarını sanmıyorum. Hamburgerin üzerine asıl hedefimiz coffee shop’a gidiyoruz. Heyecan büyük. Daha önce geldiğimde otel şehir dışında aman başımıza bir şey gelmesin paniğiyle korka korka yiyip bu ne ya redbull etkisi yarattı anca diyerek umudumu yitirmiştim. Ama Murat artık turistlere space cake yedirme gurusu olduğundan deneye deneye en iyisini benimle bulmuş oldu. Yine bir panik atak hakim. Bisiklet sürcez uçmayalım yarısını mekanda yarısını evde yiyelim diyerek organize bir şekilde yedik. Gayet ananemin keki kıvamında otursam bir tepsi yerim öyle bir deneyim. Eve geliyoruz hiçbir hareket yok kalanını da yutup tavşanları beklemeye başladık.
Tavşan gelmedi ama bana bir yaratıcılık, bir çene (hissedilmiyor ama çalışıyor), bir kopma ve her şeyi kaydetme hali geldi. Kendimi yönetmen sanmaya başladım. Gözümü kapadığımda video art klipler çekiyordum. Konuşuyorum ama beynim sesimden daha hızlı düşündüklerimi söyleyemiyorum ama söyledim sanıyorum. Dahi oldum resmen. İleride anlatacağım girişimcilik hikayesinin çıkış noktası burası olacak kafasındayım. Sonra gecenin repliği “çenemi hissetmiyorum” devreye girdi. Uyuştum, kendimi çikolataya verdim kesinlikle hayatımda yediğim en tatlı çikolatalardıJ Her ülkeden insanlar geldi evde bir erasmus havası. Belki hepsi Kıbrıs Türkleriydi bilemiyorum ben tüm gece İngilizce konuştum. Pablo’yla ilgili enteresan Türk alışkanlıkları da şaşırtmaya devam ediyordu. Kapının önündeki terlikten anlamalıydım ilk girdiğimde ama Murat bendeki bu üstün zekayı öngörmüş olacak ki her şeyi ben öğrettim Türkleştirdim onu diyerek sıyrıldı. Evet buradan anlıyoruz ki Pablo aslında Kolombiyalı değil. Bunu da gecenin sonunda artık grubun İngilizce konuşmaktan pes edip Pablo’la Türkçe konuşmaya başlamasında çakıyorum. Herkes Kıbrıslıymış meğer. Brezilyalı Monique ise asıl şoktu. Kek bende halisülasyon etkisi yaratmadı ama sağolsunlar bu organize şakayla halisülasyon gördüğüme inandım.

Ben: Murat bu kızın adı neydi?
Murat: Monique
Ben: Nereli?
Murat: Brezilyalı
Ben: Ama Türkçe konuşuyor
Murat: Neyin kafasındasın sen zuhahaha

Kendimi delirmiş sanmama yeterli bir dialog. Neyse ki Monique çok uzatmadı. Bu arada bu kişileri gerçek adlarıyla hatırlayamıyorum artık. Plan uçup kopup kulüplerde eğlenmekti nam-ı diğer 100 kere tekrarladığım “çıkıpeğlenebiliriz” kavramı. Ama ben kendi iç dünyamda çektiğim kliplerde o kadar eğlenmişim ki yığılıp kaldım.

2.gün: Güne zinde başlamak (şaşkınlık 3) Her şeyi hatırlıyorum, enerjiğiyim sanki space kek değil de oralet içip uyumuşum öyle bir kafa. Hava mis. Kıbrıslı grupla kahvaltıya gidiyoruz. Bugün French takılıyoruz. Murat korkarak müze gezmek isteyip istemediğimi soruyor. Turist miyim ben hava mis takılalım diyorum ve “favorite guest” unvanını da ekliyorum. Belki alışveriş sokaklarına soktuğunda pişman olmuş olabilir. Ama hep bir gün benim olacaksın dediğim desigual’den çok tarz bir palto aldım ve tüm gün kendisini sevdim. Bugün gurme bir gündü. “best in town” tatlıcılar mükemmeldi. Winkel’deki apple pie ve hemen sokağımızdaki Pancake Bakery beni benden aldı. 


Gün batmasıyla yine uçuk kaçık şeyler zamanı geldi. Red Light District keşfedilmeyi bekliyordu. Eskiden amann bu ne ben bakamam diyip hızla geçtiğim sokağı baya sanki alıcı gözüyle inceler gibi süzüp, sex shoplarda saatlerce “bunu da yapmışlar huhaaa” nidalarıyla vakit geçirerek en sonunda en nezih deneyime geldik. Casa Rosso’da live sex show. Muhtemelen striptiz şovdur, kabaredir ne olabilir ki diyerek ağzım açık bir şekilde çıktım. 1 saat boyunca ömürlük porno stoğunu canlı canlı izledim. Kelimelerle ifade edilebilecek bir deneyim değildi. Gidin görün. Çok önemli yetenekler var. Ama nasıl bir gün boyunca periyodik olarak aynı şovu yapıyorlar hala anlamış değilim. (şaşkınlık4)

Red Light Swans


Artık gece olmuştu ve biz açlıktan ölüyorduk. Hızlıca bir noodle yiyip gecelere akmak için demlenmeye eve döndük. Bu gece bildiğim yoldan demleniyorum. Keglevic forever. Shotları gömdük ve “kurallar yok” konseptine bağlı kalarak sarhoş bisiklete bindim. Sokaklar buram buram marijuana kokuyor, pasif olsan da etkileniyor insan. Böyle bir dünya. Önce Melkweg diye bir yere girdik. Biralar devam ederken trance’tan halaya türlü danslarla koptuk. İki kişi bir discoya gidip bu kadar dans edip eğlendiğimi hatırlamıyorum. Sanırım bizde böyle bir konsept olmamasından kaynaklanıyor. Bir kere kimse kasmıyor, rahatsız da etmiyor. Özgürsün. Ora yetmedi karşısındaki sugar factory’e geçtik burada da bulduğum her direkten sallanarak alternatif danslarımı sürdürdüm.




Sonra nasıl bisiklet kullandım bilmiyorum. Dönerken de photoshooting aşkı devam etmekteydi. Yine bulduğumuz direklere akrobatik hareketlerle çıkarak, evlere tırmanarak geceyi noktaladık. Birkaç saat sonra da ben kalkıp İstanbul’a döndüm. 

2 yorum: