7 Ekim 2012 Pazar

Spor Salonu İnsanları


Spor salonları favori insan belgeseli alanlarımdan. Bir insanı en iyi terlerken tanırsınız. O doğallık hiç bir yerde yok. Sportmen kişiliğim sayesinde spor salonu üyesi sarrafı oldum. Sporcu demiyorum zira spor salonu üyesi sporcu demek değil artık bundan eminim.

Ankara’da ilk açıldığında vip club havası yaratan kulübün ilk üyelerindendim. O zamanlar çocuk kısmında toplarla oynuyordum ama gözlemlerime o andan itibaren başladım. Şimdi aynı kulübün İstanbul şubesinde şoklar içinde devam etmekteyim. İstanbulsun sen daha nezih olman gerekir ama yoo tam bir kenar mahalle body salonu kıvamında almancı body mekanı. Hal böyleyken çareyi dvd’ler dumblelar evimi spor salonuna çevirmekte buldum ama insanlarla muhattap olmadan yapabileceğim tek spor spinning için halen gitmekte ve belgeselimi geliştirmekteyim. Şimdi size gözlemlerimden oluşan spor salonu insanı olmanın altın kurallarını anlatacağım:
  • Spor salonu üyesi olmanın birinci ve altın kuralı üye olup gitmemektir.  Üye olan herkes gitse zaten o alana sığamazdınız değil mi? Üye olanların bir çoğu da zaten artık satış telefonlarına lanet ederek her daim aslında “son günü” olan kampanyadan faydalanmak için üye olurlar.
  • Giden bir kesim var mı var tabi. Zaten inceleyeceğimiz tipler bunlar. Bunların bir kısmı sevdiği kişinin şişman olduğu için ona bakmadığını düşünenler, doktor zorunlular, kas yumağı olunca kız tavlayabileceğini sananlar, sosyalleşmek isteyenler ve bir de benim dahil olduğum sportmenler=)
  • En aktif dönem haziran başıdır. Eyvah yaz geldi bikini giyeceğim sendromlu kızlarla salonlar full çeker.
  • Asıl sportmenler sabah en erken gidenler. Ben o dirayeti gösteremediğimden gözlemleyemedim kendilerini ama ben girerken çıkan tipleri gördüğümde evet sabah gelince daha fit oluyorsun kanısına vardım.
  • İş çıkışı saatleri en yoğun saatlerdir. Minder kapma, boş yer bulma telaşı, milletin ayağının ağzınıza girdiği aerobic seanslarıyla hiç çekilmez. En çok tanıdığı da bu saatlerde gördüğünüzden o eski paçavra tshirtunuzle de gelemezsiniz. İlla bir bakımlı olmaya iter bu saatler. Sırf bu yüzden hımbıllaşır insan gitmeye üşenip.
  • Öğlen saatleri emekliler ve teyzeler saatidir. Ankara’da işsiz ve öğrencilik dönemlerimde çokça kullandığım ve beni sakin olmasına rağmen spordan soğutan saatlerdi. Her an ortamdan kısır, zeytinyağlı sarma çıkacakmış gibi. Öyle bir teyze kokusu ki teyzelerin teri hiç güzel kokmuyormuş. Biz onları kısır kokularıyla hatırlamak istiyoruz. Bu sebeple #sporsalonumadokunma #pilatesdeğilkısıryap kampanyası başlatıyorum.

  • Bu teyzelerin geliş amaçlarının başında yağ, varis, kolestrol, evden daralma sebepleri yer alır. Bir yandan koşarken sabah programlarını izleyebiliyor olmak da oldukça çekici bir sebeptir. Netekim hiç bir zaman zayıflayamazlar.
  • Zayıflayamadıkları gibi de zayıf olanlara da nefretle bakarlar. “Biz böyle olalım diye geliyoruz sen niye geliyorsun ki” diyerek de suratınıza kusarlar. Spor bir tür liposuction olarak gördüklerinden tepkileri normaldir. Zayıf insan spor yaparsa kemik olarak kalacaktır diye düşünmektedirler.
  • Her gün aksatmadan gelen, tüm aerobic programlarına katılan bir kesim de vardır. En öne minder serilir, ders bitimi hoca esir alınır. Tam gün boyunca spor salonunun her bir etkinliği tamamlanır amma ve lakin bir etkisi görülmez. Bu tür acayip moral bozar. Böyle bir tane vardı. Teyzeye bir gün dayanamayıp “napoon sen her spor çıkışı iskender mi yiyon teyzaa?” demek istedim, olmadı. Kendi de bir süre sonra pes etti zaten.

  • Teyzeler için spor salonu gün misalidir. Sohbet, dırdır kadın olan her yerde olduğu gibi burada da hakimdir. Öyle ki sessiz ve konsantre olması gerekilen yoga dersinde emekli öğretmen bir teyzemin şu isyanı son noktayı koymuştur :“ Ama hanım kızım böyle sus pus nereye kadar, evde kimse konuşmuyor zaten, insan özlüyor.” Bu cümleyi de duyduktan sonra o yoga sınıfına bir daha girmedim.
  • Yoga sınıfını geçtim de saunada dedikodu en kötüsü. İki teyze saunaya giriyorsa uzaklaşın oradan. Koşun terleyin daha iyi.
  • Soyunma odası konusuna hiç girmek istemiyorum. Çocukluk travması diyebilirim. Salona taş gibi kızlar da gelir ama çırılçıplak dolaşanlar hep teyzeler olur. Neden ama neden? İlk gördüğüm çıplaklık buruşuk, sarkık vücutlar olmamalıydı. Çocuk doğurduktan sonra bir özgürlük mü geliyor nedir. Teyzeler soyunmamalı, buna bir dur denmeli.
  • Soyunma odalarında ilk girdiğinizde en boş gözüken dolaba yerleşirsiniz ama duştan çıktığınızda yanınız, altınız, üstünüzdeki dolaplardakiler de orada olur, fixtir, murphynin soyunma odası oyunudur.
  • Duşlar ve fön makinası sırasında da baskıcı teyzeler vardır. Bunlar 3dk bekleyemezler, size de söylemezler. Siz duş yaparken ortalığa “e bu kadar da olmaz ki” vb. dırdır şeklinde bağırarak size psikolojik baskı yaparlar. Spor salonunda duş bir keyif değildir, olamaz, oldurmazlar.
  •  Havuzda da türlü tipler vardır. Jakuziye göbeklerini dayayıp etrafı izleyenler, spor amaçlı yüzenler, bir türlü yüzemeyip hızınızı kesenler...Jakuziye göbeğini dayamış pala amcalar varsa bence jakuziye girmeyin derim.
  •  Delikanlılarımız da kız tavlamak için spor salonlarını pek severler. Bunlar özellikle fitness kısmında bekleyiştedir. Kızlar arttıkça ağırlık da artar. Her ağırlık kaldırdıklarında ise olimpiyat rekoru kırmışçasına bir tepki, hangi spor olduğunu çözemediğimiz bir aauuughhhhuuaeeyy sesi çıkarırlar. Zorlanan kızlara yardım etmek, zorlanmayana bence şöyle yapsan daha iyi olur diyerek laf atmalar da cabası. Daha sonra vitamin barda portakal suyu teklifine gidilecektir. Rahatsız olursanız en çok ne kadar ağırlık kaldırabileceği konusunda iddiaya girin. Başaramayınca çekilecektir. Bunların bir de buhar odasında yazanı var o ayrı bir tür. Zaten kimsenin görünmediği, nefes alamadığı ortamda ben seni bir yerden tanıyorum galiba şeklinde yaklaşım en favori yazış denemesiydi. Bu tip umarım türünün tek örneğidir ve yayılmaz.
  • Aranan kızlarımızın da outfiti bellidir. Beyaz iç gösteren eşofman içine tanga üzerine çingene pembesi tek omuzu düşük tshirt ve full çingene makyajı. Makyajlarının akmaması, saçlarının bozulmaması için en düşük tempoda cross yaparlar.Trainerlar pampalarıdır. "Aytuğğğ nasıl yapıyorduk bunun ayarını" favori replikleridir. Gözlerine kestirdikleri avı gördüklerinde de cardiodan inip fitness kısmına geçerek türlü kalça ve bacak egzersizlerini denerler. Bilhassa beceremezler ki "av" yardım etsin ve vitamin bar, akabinde ise tenis maçı randevusu ayarlansın.
  • Bir de gayler var. Onlar hep fittir zaten, hakkını verir salonun. Ama erkeklerin ağzından dinlemek lazım. Soyunma odasında acı çekenler onlar bir yerde. Bir arkadaşın havluyu meme hizasından bağladığını duyunca olayın boyutunu anladım. Onlara da artık ayrı bir kabin yapılmalı bence.
Yine de her şeye rağmen spor salonları güzeldir. Gitmeseniz de her sene üyeliği yenilersiniz, adı yeter.Son zamanlarda yaygınlaşan kadınlara yönelik spor salonlarıyla da bir nebze olsun teyzeler kümelenmiştir. Kampanyam sürecek. Biz onları tombiş seviyoruz. Kısır yapsınlar, spor çıkışı yiyelim. Spor salonuna da hep üçgenler, baklavalılar, taş kızlar gelsin. O zaman görün bakalım üye olup da gitmemek oluyor mu...


27 Ağustos 2012 Pazartesi

In my bOdrum

Bu yaz kendi öz hakiki evimden çok Bodrum'a gittim sanırım. Pardon ben kışın çok soğuk yazın da çok kurak diye Ankara'ya gitmeyi epeydir bırakmışım. Ama Bodrum'a gitmek için bir kaçış sebebine ihtiyaç yok, ora her daim en çekici...

Benim gidişlerim bu yıl biraz enteresan oldu çünkü haftalık izin alamadım. Madem öyle ben de haftasonlarından 1 aylık tatil çıkarmazsam dedim ve yaptım hala da devam etmekteyim. Para bok mu hiç değil. Nisan'dan beri mütemadiyen havaalanı sitelerinde promosyon, ucuz bilet kovalayan ben bir süre sonra aldığım biletleri takip edememeye başladım. Havayolları şirketlerini tek tek arayıp "Benim sizde bir biletim var galiba ama ne zamandı?" dediğimi bilirim. Bilet tarama konusunda www.bavul.com'u tuttum. Tek bir siteden tüm işlemi yapabiliyorsunuz, isterseniz canlı biriyle de görüşebiliyorsunuz takıntılıysanız. Ama artık nedense insanlar beni aramaya başladı "Hacı Bodrum'a gidiyorum sen bilirsin hangi uçak ucuz?" Hatta bu dialoglar daha da gelişti "Yarın Bodrum'dayım görüşürüz"e döndü. İyice yerlisi oldum. Oysa ki bir haftasoncuklardan ibaret.

Dingin Haziran

Her gidişim de farklı bir konsepte bürünmek de farklı bir deneyimdi. Sezonu ilk Haziran başında kimseler yokken açtım ki bir kafa dinleyeyim. Askeri kampın orada Marina'ya yakın Hotel Bircan'da kaldım. 2 yıldızlı bir otelden fazla bir şey beklememek lazım. Gece geçirmelik, marinaya yakın konum şukela, gerisi boş. 1-2 gece kaçamaklar için uygun. Gündoğan çocuğu ben bu gidişimde evsiz olduğumdan farklı koylar denedim. Torba'da önce Kalabalık diye bir beach restoranda denize girdim. İşletme 3'ün 5'in hesabını yapan en uyuzlardan ama bu uyuzluklarını ben tüm keyfimi yaşadıktan sonra yaptıkları için takmıyorum. Hemen ilerisindeki Bodrum Sanatevi'yse şeker mi şeker. Bana bir bira patates dedim. Yazık tek yemeğim bu sanıp beni patatese boğdular. Manzara, ortam, çalışanlar çok sıcakkanlı. E adı üstünde sanatevi, gidilir.

Sonraki gün de her zamanki mekanım Sarnıç'a gittim. Sezon olmadığı için iyiydi. Ancak bayramda geldiğimizde gördüğümüz muamele küstürmesini bildi. Kronolojik gidiyorum o yüzden az sonra...

Dingin Haziran Bitez'i
Bodrum merkezde kalınca gidilecek yerler de bellidir. Marina'ya yakın olduğum için Sünger Pizza'dan vazgeçmedim tabi. Ora da beni yerli zannediyor artık. Burada favorim Sünger Spesiyal Pizzası. Tonlu, kalamarlı pizza olur mu demeyin oluyor. Balıkları, salataları da güzeldir. Aynı sırada balıkta Memedof, Gemibaşı, restoran olarak Musta, Cookshop, Liman Köftecisi iyidir. Gece Adamik, Körfez demlenilir, house seviyorsanız Barbeast iyidir. Özel DJ'ler geldiğinde tercihimdir. Mandalin'de de güzel performanslar olur. İçkinin dibine vurduysanız Kule'de de bulabilirsiniz kendinizi. Fink'in Küba'nın tıkış tepişliği fenalarda. Buralara 3'te 4'te girmek gerek randıman almak için. Çarşı tarafları apaçi, kro. Halikarnas el değiştirdi diyorlar da kitle değiştirdiğini sanmıyorum apaçiler bu sene köpüksüz dans ediyordur en fazla. Bir zamanların en güzeli Mavi'si de el değiştirince bozanlardan. Gece hayatı biraz merkez dışına kaymış artık. Türkbükü küçük bir Kuruçeşme olmuş. Yalıkavak Billionaire ile ultra lüks marinasında beyaz gömlekli yatçılarını ağırlamakta. Ship a Hoy tüm kitlesini Ulus 29 işletmesinde Maki'ye kaptırmış Makiyse kıllicik alanda üstüste bir çaba insanları koparmaya çalışıyor. Kumm Hotel geniş alanına Sortie kurmuş ama "kalantor on the beach" olmuş. Gördüğünüz üzere tüm bunları bilmem varoştan sosyeteye kişilik çatışması içinde bir tatil yaptığıma işaret.

Neyse haziranı sessiz sakin atlattık. Yalnız dönüşümde Onur Air'in 5 saatlik rötarını ve hayatımdan bu sayede çıkışını atlamamak gerek. Rötar da demeyim 5 saat bekledim baktım gelen giden yok THY bileti aldım gittim işe sabah gitmem gerekirken oglen 4'te. Bir daha da pzt sabahına bilet almadım, almam...

İyi aile çocuğu Temmuz

Temmuz ayı benim için aile saadeti ayıydı. Gündoğan'daki ev Temmuz'da tutuluydu sadece. Teyzelik ve evlatlık görevlerimi yerine getirdim. En güzel yanı cüzdan taşımadan sadece plajda yatmak oldu. Geceleri de Türkbükü gece hayatını bu zamanlarda test ettim malum yakın mesafe. Türkbükü'nde yeni açılan Garos başarılı olmuş ambiyans ve lezzet açısından. Hemen dibindeki Doğal Türkbükü Dondurma zaten efsane. Ama o kuyruk olmasa...Maki'yi müzik açısından beğendim. Merkezde o müzikleri apaçilerle dinlemektense sosyeteyle dinlemek daha akıllıca olabilir ama çok kalabalık, garsonlar tepenizde, rezosuz gidilmez. Terin tere karıştığı bir gece yaşarsınız.

Can Luca the yeğen
Temmuz'u gündüz iyi aile çocuğu gece de sokak çocuğu olarak geçirdim diyebiliriz. Bodrum'un favori partnerim İdil de orada olunca olur olmadık yerlerde planking yapmayı, shotları gömmeyi ihmal etmedik. Nedense bu gecelerin sonu da hep Kule'de bitiyor =)
daimi planking modelim idil @kule

Tikican Ağustos

Ağustos'ta evsizim diye duruldum bir bayramı bekledim. Hesapta kızkıza Yalıkavak'ta yazlıkta tatil yapmak vardı. Ancak son anda ne yazlık kaldı ne kızlar. Kalan sağlar Yalıkavak'ta Çavuş'un Yeri diye son boş kalan apartı ayarladık. Beklentimiz son derece düşük olduğundan ortaya çıkan sevimli yer bizi şoka uğrattı. Bir de havayolları kaşarı ben nasıl oldu bilmiyorum ama bayram biletini önceden almayarak son dakika göçüğünü yedim. Mecbur en ucuz olan cuma gecesini aldım kalacak yerim yokken! Bodrum'da illa biri olur kafasıyla almışım bileti ama öyle olmadı. Sokakta kaldım derken annemin arkadaşının kızları sahip çıktılar sağolsunlar hem de THY rotarı sonucu sabahın 3'ünde inmeme rağmen. Kalan günler Temmuz'daki gibi "cüzdan yok plajdayım" şeklinde geçemedi. Beleşe yatmalarımın hepsinin acısı çıktı 3 günde. Bayram da söz konusu olunca beachler dayadı 75tl'ye ye iç mantığı. İnadımız inat aşmadık 75'i suydu sodaydı=) İlk gün yakın diye Dodo'ya gittik. Kitle bir tuhaf aileler ağırlıkta ama dj bunun farkında değil. Serdar'ından Tarkan'ına Türkçe repertuarım oluştu. Bir de bu tatilin marşı "in my bedroom". Dodo'nun denizi çok güzel, geri kalanında bir olay yok ne çok iyi ne çok kötü. O günün gecesinde Adamik-Barbeast-Fink(bu kısım nasıl oldu hatırlanmıyor) yapıldı. Adamik'te Sandozsuz dönülmez. Yan mekanın müzikleriyle kopuyorsunuz gereksizce. Aslında içeride harbi parçalar çalıyor ama bir grup insan daracık mekanda tv'ye bakıyor oluyor klipler için o komik bir görüntü.

İkinci gün otto flamm seçtik. O akşam manevi dedem Mulatu Astatke çıkacaktı konsere. Ekipte kimse beğenmediğinden izleyemeyecektim bari gündüzünde provasından faydalanayım dedim. Deniz leşti beklenmedik biçimde o yüzden moraller gitti. Burada da 75'i çıkarmak güç oldu. Fiyatlar aslında makul ama zorla 75 dedikleri için 2 öğün çıkardık mecburen. Zorla yedirdiler resmen.Yemekler güzel ama, otto kalitesi mevcut. Denizin güzel olduğu bir gün ve bayram kazığı dışında gidilesi. Akşamları da sadece konser olduğunda doluyor.

otto flamm
3.gün de Sarnıç'a gidelim dedik kalktık tee Bitez'e gittik. Öncesinde arayıp rezervasyon yapayım dedim yer var ama 12'den sonra düşüyor rezolar dedi hatun. Gittik 12'den sonra her yer boş orası olsun diyoruz yok rezerve diyor e hani düşüyordu diyince de yok öyle bişi diyorlar. Dellendik tabi eski güleryüzlü çalışanlar gitmiş yerine ukala, gözlerinden $'lar fışkıran embesil tipler gelmiş. Alın 5 kişi size 3 minder diyince çıktık gittik. İyi de olmuş çünkü mis gibi bir koya sahip Aktur İnceburun'a gittik. Beachlerin çocuk havuzu boyutuna indirgedikleri ipler burada uçsuz bucaksızdı. Doyasıya yüzdüm. Gündoğan favorimdi ama buranın serinliği beni benden aldı. Bir Aktur çocuğu olarak da özlemişim bu tadı iyi geldi. Öyle 75-100 tl ye iç baskılarından da uzak insan gibi vakit geçirdik. Akşam da meşhur Yalıkavak kavaklı köftecisi ardından da Bodrum yaptık. Bodrum'da önce Cookshop'ta damar parçalarla bunalıma sürüklendikten sonra Mandalin'e Kafası Karışık Kontrtenör Nuri Harun Ateş'i dinlemeye gittik. Kafası gerçekten karışıkmış onu gördük. Bir anda arya söylerken anında oyun havasına geçebiliyor. Tam bir Bird Cage karakteri. Çok eğlendik. Keşke ilk yarısından izlemeye başlasaymışız dedik, doyamadık.

Son günümüz de Çavuş'un Yeri'nde azcık güneşlenip uçağa gitmekle geçti. Çavuş'un Yeri akşam rakı balık için de ideal. Denizin dibinde günbatımı şahane, mezeler leziz, fiyatlar uygun. O sırada Memedof, Sait gibi ağır abiler de mevcut. Bura da idare edecektir. Aile işletmesi, 3 günde odayı hiç temizlemediler ama vardır bir sebebi çok takılmadık=)

Neyse yaz henüz bitmedi daha Eylül, Ekim, Kasım Bodrum'larıyla da geri döneceğim. Evet Kasım dedim gittim Atlasjet promosyon yaptı gidiş dönüş 68 tl diye Kasım'ın ortasına bilet aldım. Pastırma sıcaklarına duacıyım, hayırlısı...


Barbeast kopuş


adamik sandoz

dodo beach

çavuş'un yeri apartımız


inceburun




15 Mayıs 2012 Salı

Amsterdam - Kurallar Yok


Rio dönüşü iklim farkı, kültür farkı, doyamamak ve benzeri etkenlerle kendine gelemeyen bedenin ilacı Amsterdam’daymış. Daha dönüşümün üzerinden 3 hafta geçmişken içinde bulunduğum cenazeevi ruhani durum beni bile usandırdı. Baktım pasaportumda zar zor aldığım schengenim kalmış, gitti gidiyor. Aman yarabbi gitmem lazım dedim ve Avrupa’da en ucuz nere var diye düşünmeye başladım. Evini açmış beni bekleyen Murat ve aylar öncesinden biletlerini alan Müge-Onur çiftinin de gazıyla, e bir de fırsat sitesinde gördüğüm ucuz biletle bir anda Amsterdam’a haftasonu için 2 gecelik bilet alırken buldum kendimi. Ne kadar bunalım saçmışsam etrafa kimse ne alaka diye sormaya bile yeltenmedi. İyi gelecekti Amsterdam, geldi de.

Madem her şeyi anlık yapıyoruz hiçbir şey düşünmeden gidiyorum dedim. Bu tatilde “kurallar yok”. Murat da bu kafada olacak ki aslında çok da iyi tanımasa da benim gibi bir sürpriz yumurtayı buyur etti. Tabi has Kayseri mantısının da etkisi büyük. Ha daha önce de Amsterdam’a gitmiştim. Ama kesinlikle saymıyorum. O zaman da sevmiştim, hatta çocukluk kahramanım Anna Frank’ın evini görebilmek için küçükken hep Amsterdam’a gitmeyi hayal ederdim çılgın hayatından bihaberken. Allahtan o zaman gerekli turistik yerleri elemişim de şimdi tam bir çılgın hafta sonu yaşamış oldum.



1.gün: Onur Air’le sabahın köründe çıktım, vardım. (şaşkınlık 1) Kafam o kadar rahat ki ne hava durumuna bakıyorum, ne nereye gideceğim, ne yapacağım. Her şeyi saldım. Böylelikle Murphy benim neler yaptığımı fark etmeyip bana elleşmeyecek. Yeni ideolojim bu ve işe yarıyor. Kurallar yoksa Murphy de yok. Mart sonu Amsterdam’ın buz gibi ve yağmurlu olması beklenirken benle birlikte mis gibi bir havası geliyor. (şaşkınlık 2)

Murat da Anna’nın komşusu e güvendeyim kahramanım da yakın diyorum, rahatım. Murat’ın evi olduğunu sanarak gelmiştim yurt odasıymış e adam öğrenci ne okuyor onu bile bilmiyorum. Benden beklenmeyen şeyler. İki kişi paylaşıyorlar evi. Diğer arkadaş da Kolombiyalı Pablo (bana ilk tanıştırılan şekli bu) Babası da mafya diyor iyice gergin bir durum ama benim kafa rahat oo Kolombiya iyidir uçarız diyorum. Sabahın köründe keglevicle karşılayan Murat zaten önümüzdeki 48 saatin nasıl geçeceğinin işaretini veriyor. Bir de bana bisiklet veriyor ki tadından yenmez.  Bir Lance Armstrong olamasam da kız misafirler arasında en çok dayanan bisikletçi unvanını kazanıyorum.


Kahvaltıya Greenwoods diye şirin mi şirin bir English Breakfast cafesine gidiyoruz. Bu tatilin konsepti “kurallar yok” olduğuna göre her zaman ıyyy dediğim domuz etini afiyetle yiyebilirim. Hayatımın ilk eggs benedictini yiyorum. Dindar değilim Allahtan çünkü leziz.

Sonra ben günlük keşif turum için ayrılıyorum ve rotam Van Gogh Müzesi’ne gidiyorum. Tesadüf ki Onur-Müge çifti de oraya doğru yol almakta. Van Gogh’la bağlarımızın oluşması da bugüne dayanıyor çünkü sonrasında sürekli bir tesadüfi Van Gogh işlerinde kendimi buluyor olacağım. Müze görülmeye değer. Fazla zaman harcadığımdan Rijks’i atlıyorum ki bir daha gelmem için bir sebep olsun. Mügelerle tipik turist foto çekimleri ve park turundan sonra Murat’la asıl amacımız için buluşuyoruz. Bu arada şehri zaten seyir halindeyim. Her köşesinde bir fotoğraf, benim zıplama çalışmalarım olmazsa olmazlar. Bisikletle gezmek lazım bu şehri gerçi ben her kanalı köprüyü birbirine benzettiğimden sürekli eve geldik sanıyordum ama olsun. Nereye giderseniz size kapıyı açarlarJ


Murat beni Burger Bar’a götürüyor. “Best in town” imiş, harbiden öyle. Hollanda mutfağı diye de bir kavram yok sanırım, kasmadım yöresel yiyeceğim diye peynirden başka bir şeyde üstün olduklarını sanmıyorum. Hamburgerin üzerine asıl hedefimiz coffee shop’a gidiyoruz. Heyecan büyük. Daha önce geldiğimde otel şehir dışında aman başımıza bir şey gelmesin paniğiyle korka korka yiyip bu ne ya redbull etkisi yarattı anca diyerek umudumu yitirmiştim. Ama Murat artık turistlere space cake yedirme gurusu olduğundan deneye deneye en iyisini benimle bulmuş oldu. Yine bir panik atak hakim. Bisiklet sürcez uçmayalım yarısını mekanda yarısını evde yiyelim diyerek organize bir şekilde yedik. Gayet ananemin keki kıvamında otursam bir tepsi yerim öyle bir deneyim. Eve geliyoruz hiçbir hareket yok kalanını da yutup tavşanları beklemeye başladık.
Tavşan gelmedi ama bana bir yaratıcılık, bir çene (hissedilmiyor ama çalışıyor), bir kopma ve her şeyi kaydetme hali geldi. Kendimi yönetmen sanmaya başladım. Gözümü kapadığımda video art klipler çekiyordum. Konuşuyorum ama beynim sesimden daha hızlı düşündüklerimi söyleyemiyorum ama söyledim sanıyorum. Dahi oldum resmen. İleride anlatacağım girişimcilik hikayesinin çıkış noktası burası olacak kafasındayım. Sonra gecenin repliği “çenemi hissetmiyorum” devreye girdi. Uyuştum, kendimi çikolataya verdim kesinlikle hayatımda yediğim en tatlı çikolatalardıJ Her ülkeden insanlar geldi evde bir erasmus havası. Belki hepsi Kıbrıs Türkleriydi bilemiyorum ben tüm gece İngilizce konuştum. Pablo’yla ilgili enteresan Türk alışkanlıkları da şaşırtmaya devam ediyordu. Kapının önündeki terlikten anlamalıydım ilk girdiğimde ama Murat bendeki bu üstün zekayı öngörmüş olacak ki her şeyi ben öğrettim Türkleştirdim onu diyerek sıyrıldı. Evet buradan anlıyoruz ki Pablo aslında Kolombiyalı değil. Bunu da gecenin sonunda artık grubun İngilizce konuşmaktan pes edip Pablo’la Türkçe konuşmaya başlamasında çakıyorum. Herkes Kıbrıslıymış meğer. Brezilyalı Monique ise asıl şoktu. Kek bende halisülasyon etkisi yaratmadı ama sağolsunlar bu organize şakayla halisülasyon gördüğüme inandım.

Ben: Murat bu kızın adı neydi?
Murat: Monique
Ben: Nereli?
Murat: Brezilyalı
Ben: Ama Türkçe konuşuyor
Murat: Neyin kafasındasın sen zuhahaha

Kendimi delirmiş sanmama yeterli bir dialog. Neyse ki Monique çok uzatmadı. Bu arada bu kişileri gerçek adlarıyla hatırlayamıyorum artık. Plan uçup kopup kulüplerde eğlenmekti nam-ı diğer 100 kere tekrarladığım “çıkıpeğlenebiliriz” kavramı. Ama ben kendi iç dünyamda çektiğim kliplerde o kadar eğlenmişim ki yığılıp kaldım.

2.gün: Güne zinde başlamak (şaşkınlık 3) Her şeyi hatırlıyorum, enerjiğiyim sanki space kek değil de oralet içip uyumuşum öyle bir kafa. Hava mis. Kıbrıslı grupla kahvaltıya gidiyoruz. Bugün French takılıyoruz. Murat korkarak müze gezmek isteyip istemediğimi soruyor. Turist miyim ben hava mis takılalım diyorum ve “favorite guest” unvanını da ekliyorum. Belki alışveriş sokaklarına soktuğunda pişman olmuş olabilir. Ama hep bir gün benim olacaksın dediğim desigual’den çok tarz bir palto aldım ve tüm gün kendisini sevdim. Bugün gurme bir gündü. “best in town” tatlıcılar mükemmeldi. Winkel’deki apple pie ve hemen sokağımızdaki Pancake Bakery beni benden aldı. 


Gün batmasıyla yine uçuk kaçık şeyler zamanı geldi. Red Light District keşfedilmeyi bekliyordu. Eskiden amann bu ne ben bakamam diyip hızla geçtiğim sokağı baya sanki alıcı gözüyle inceler gibi süzüp, sex shoplarda saatlerce “bunu da yapmışlar huhaaa” nidalarıyla vakit geçirerek en sonunda en nezih deneyime geldik. Casa Rosso’da live sex show. Muhtemelen striptiz şovdur, kabaredir ne olabilir ki diyerek ağzım açık bir şekilde çıktım. 1 saat boyunca ömürlük porno stoğunu canlı canlı izledim. Kelimelerle ifade edilebilecek bir deneyim değildi. Gidin görün. Çok önemli yetenekler var. Ama nasıl bir gün boyunca periyodik olarak aynı şovu yapıyorlar hala anlamış değilim. (şaşkınlık4)

Red Light Swans


Artık gece olmuştu ve biz açlıktan ölüyorduk. Hızlıca bir noodle yiyip gecelere akmak için demlenmeye eve döndük. Bu gece bildiğim yoldan demleniyorum. Keglevic forever. Shotları gömdük ve “kurallar yok” konseptine bağlı kalarak sarhoş bisiklete bindim. Sokaklar buram buram marijuana kokuyor, pasif olsan da etkileniyor insan. Böyle bir dünya. Önce Melkweg diye bir yere girdik. Biralar devam ederken trance’tan halaya türlü danslarla koptuk. İki kişi bir discoya gidip bu kadar dans edip eğlendiğimi hatırlamıyorum. Sanırım bizde böyle bir konsept olmamasından kaynaklanıyor. Bir kere kimse kasmıyor, rahatsız da etmiyor. Özgürsün. Ora yetmedi karşısındaki sugar factory’e geçtik burada da bulduğum her direkten sallanarak alternatif danslarımı sürdürdüm.




Sonra nasıl bisiklet kullandım bilmiyorum. Dönerken de photoshooting aşkı devam etmekteydi. Yine bulduğumuz direklere akrobatik hareketlerle çıkarak, evlere tırmanarak geceyi noktaladık. Birkaç saat sonra da ben kalkıp İstanbul’a döndüm. 

15 Şubat 2012 Çarşamba

Ritmiyle bağlayan şehir RİO

Uzun yıllardan beri geçirdiğimiz en soğuk Şubat ayının ortasında şans eseri kendimi bir anda Tropikal iklimde yaz ateşini yaşayan Rio de Janerio’da buldum. Ancak o kadar da şanslı değildim ki Brezilya tarihinin en kötü yazı ve o yazın en kapalı yağmurlu havası benim gittiğim haftayı buldu. Başta moralimi bozan bu durum daha sonra kavrulan sıcaklara dönünce aslında kapalı da iyiymiş dedirtti. Tropikal yağmurlar da görülmesi gereken bir doğa olayı. Bu şehirde herşey en uçta. Sıcağı da, yağmuru da. Sanırım burayı özel kılan bu.
Rio’ya giden her turist elbet karnaval için gidiyordur, ben onu da yapmadım. Karnaval öncesinde milyonlarca turistten arınmış, kendi haliyle görmek istedim, paylaşamadım onu milyonlarla ama aklım kalmadı değil. Yine de bu şehirde coşku her daim var. Bizde kapı gıcırtısıyla kendinden geçen Romanlar misali en ufak melodide herkes samba yapmaya başlıyor. İnsanların sıcaklığını, mutluluğunu gördükçe suç oranı en yüksek şehir olduğuna inanmak güçleşiyor. Ama şöyle bir gerçek var ki profil güney kesimiyle kısıtlı değil. Gitmeden önce City of God ve Jaws gibi filmler izlememenizi tavsiye ederim. Favela denilen gecekondu bölgelerinin tehlikeli olduğu ve kesinlikle girilmemesi gerektiği herkese tembihleniyor ama dünya üzerinde karanlık sokakların olmadığı pembe bir ülke zannederim ki yok. Çok korkunç bir olay gibi bakmamak gerek, girmeyin yeter. Ama merak edenlere özel turlar da yapıyorlar. Gecekondu hayatını turistik bir tur olarak ticarete dökülmesi tuhaf bir konsept olarak geldiğinden ilgilenmedim, İstanbul’da böyle manzaraların içinden her gün geçiyoruz nasılsa.
Gelelim en önemli sembol İsa Heykeline. Corcovoda tepesinde Rio’yu kucaklayan, dünyanın yedi harikası arasında sayılan bu eser uzaktan da olsa mutlaka görülmeli. Heykelin olduğu tepede heykelden ziyade boylu boyunca Rio manzarası beni daha cezbetti. Bu tip eserleri uzaktan görmek daha ihtişamlı geliyor bana nedense. Buranın da turistik foto klişesi kollarınızı açarak altında poz vermek. Pisa kulesine yaslandığınız fotoğrafın yanına koymalık. Diğer bir manzara noktası da Sugar Loaf Tepesi. Buraya da teleferikle çıkılıyor. Bu tip manzara turlarını günbatımında helikopterle yapmak da etkileyici bir alternatif olabilir. Günbatımını bir diğer izleyeceğiniz güzel nokta da Forte de Copacabana.
Tabi hava güneşli olunca insanın turist olası gelmiyor ve kendini direk plaja atıyor. Her yerin Türkiye’deki eşdeğerini bulmak bir Türk geleneğidir ama ben bu plajın alternatifini hiç bir yerde bulamadım. Upuzun, kocaman ve yumuşacık kumlu üç koy; Copacabana, Ipanema ve Leblon. Şarkılardaki Copacabana turistlerin en çok akın ettiği en uzun koy ama bence en güzeli Ipanema. Daha genç ve her kesimden insan burada ve deniz bana göre bu tarafta daha berrak. Deniz yüzmek için değil, dalgalarla boğuşmak ve sörf yapmak için ideal. Hiç sevmeseniz de izlemek en güzel eğlence. Ipanema’nın içleri de çok renkli. Capcanlı cafeler, butikler...Bisiklet kiralayıp sahil boyunca turlayıp sonra Ipanema Leblon arasından geçip göl etrafında doğa turu yapabilirsiniz. Yeşile aşıksanız Jardim Botanico da eşine az rastlanır bitkileri görüp bol oksijen tüketeceğiniz bir bahçe. Rio’nun ağaçları ve kaldırım taşları en çok ilgimi çeken şey oldu.
Gece hayatının çok içine giremesem de belli başlı yerleri hafızama kazıdım. Türkiye’yle benzeştirebildiğim bir yer buldum ;Lapa buranın Beyoğlu’su. Sıra sıra barlar, restoranlar, samba kulüpleri, herkes sokaklarda. Ana caddesindeki Nova Campela adlı restoranda tonton bir amcanın sunduğu en güzel akşam yemeğimi tattım. Circo Vuador adındaki yarı açık konser mekanı da popüler grupların konserlerine ev sahipliği yapıyor. Önceden programa bakıp bilet alın. Tüm Rio burada kopuyor ve kötü müzik dinlemek imkansız. İki konser izleme şansım oldu. Hiç bilmediğim müzisyenler olsa da çok keyif aldım. Rasgele bir jazz bara da girseniz pişman olmazsınız. Bu şehirde müzik ve yemek şaşırtmıyor. Gavea sokakları da daha salaş eğlence arayanlara. Sosyetik eğlence ise Ipanema ve Leblon’da. Karnavalda gidiyorsanız zaten her yer parti halinde çok yer aramanıza gerek olmayacaktır.
Brezilya’da et yemeden dönülmemeli. Yurtdışında kırmızı et yememe huyumu burada bozdum. Fiyatlar Türkiye’ye kıyasla yüksek de olsa hakkını veriyor. Leblon ve Ipanema’daki restoranlar ideal. Caipirinha ise beni benden alan bir başka şey oldu. Bu zamana kadar Caipirinha diye barlarda ne içirilmiş bilmiyorum, yerinde tatmak mümkünse püf noktasını öğrenip dönmek gerek. Sanırım insanları coşturan iksir bu içki. Alkolle aranız yoksa da muhtemelen adını daha önce duymadığınız yüzlerce çeşit meyva suyu içebilirsiniz. Bu da sizi coşturacaktır.
Rio’nun kötü yanıysa alışamadan kara kışa geri dönmek. Global kirlenmeye henüz yakalanmamış kendine has bu şehir insanı ister istemez kendine bağlıyor. İnsanlarının içinin güzelliği kıskandıracak derecede dışına yansımış ve herkes sıcakkanlı bizim gibi. Fırsatınız varsa kalabildiğiniz kadar kalın, tüm Güney Amerika’yı keşfedin. Avrupa takıntınızdan arınıp kendinizi buraya ait hissedeceksiniz.


12 Şubat 2012 Pazar

Fala inan ama falsız kal


“Fala inanma ama falsız kalma” lafı zaman geçtikçe günümüze uyarlanmış ve “Kızım bir falcı biliyorum öyle böyle değil ne dediyse tuttu” dürtüsüyle her birimizin en az bir kere de olsa fal baktırmasına sebep olmuştur. Ne inanırım, ne de bakabilirim ama çevremde gözlemlediğim yüzlerce falcı deneyimi bu konuda uzmanlaşmamı sağladı.
Yok heyecanlanmayın “acayip bilen” falcı adresleri vermeyeceğim. Zira acayip bilen falcı yoktur, körü körüne inanan meraklı vardır diyebiliriz. Aslında buradaki inanç birinin senin yerine karar vermesi isteğinden ortaya çıkan bir ihtiyaç. Siz hiç ne istediğini bilen, hayatından son derece memnun birisinin falcıya gittiğini gördünüz mü? Bu durumda falcı olmak için 3.göz, 6.his ya da başka bir uzuva gerek yok. İşte ”acayip bilen” falcı olmak için söylenmesi gerekenler:
  • “Senin içini sıkan birşey var.” Tabi ki var, olmasa orada olmazsınız zaten. Tutturulması garanti kehanet, hiç şaşmaz.
  • “Biri var senin gönlünde ama onu bir başkası kolundan tutmuş çekiyor.” Bu lafın üzerine falcı sizdeki heyecanı görürse şöyle devam eder :“Sana gelecek o, zaman ver”. İyi falcı duymak istenileni söyleyen olduğundan o çocuk hep size gelecektir.
  • “Biri seni çok üzmüş, ne yaptılar sana kuzum?” Bu da ikinci opsiyondur. Bunun karşılığında sizden yine aynı şaşkınlığı görüyorsa şöyle devam edecektir : “Senin hayatına yeni biri girecek, öteki geri gelecek ama sen istemeyeceksin.” Tutsun ya da tutmasın, eskisini süründürmenin ve hayırlı kısmet bulmanın umuduyla o falcı gönlünüzde taht kuracaktır.
  • “Sen bir sınava giriyorsun, çok iyi geçecek.” Öğrenci bir tipiniz varsa garanti söylenir. Tutturamazsa da sizi illa bir sınava sokmak için teşvik edecektir.
  • “Ailede belinden rahatsız biri mi var, dikkat etsin” En gereksiz kehanetlerdendir, kimse ailedeki birinin bel rahatsızlığını öğrenmek için gitmez ama her ailede böyle biri olduğundan inandırıcılık için kullanılması gereken bir araçtır.
  • En son kapatırken “İki şey geçmiş senin aklından dilek tutarken biri yakın zamanda oluyor ötekinin zamanı var.” İnsanoğlu tek bir dilekle yetinir mi hiç? Hesap ettim falı kapatırkenki geçen iki saniye sürede anca iki dilek dilenebiliyor o da aşk ve para oluyor genelde. Tuttuğuna şaşırmayın o kadar.
Bunların dışında gerçekten sezgileriyle sizi rahatlatan falcılar da yok değil. Bunlara ekonomik psikolog da diyebiliriz. 6. Hisleri gerçekten kuvvetli olan bu kişiler aslında geleceğinizi görmüyor sizin içinizden geçeni okuyor bana göre. Tarotun geleceği gösterdiğine değil de yüreğinizden geçen hissin enerjisini aldığına inanıyorum. Falcının da yaptığı şey kartları yorumlamak sadece. Aslında olay siz de bitiyor. Ne istediğini bilmeyenler için ideal çözüm. Kartlar barkod gibi hislerinizi okuyor. Yaşayacağınız şeyi değil de yaşamak istediğiniz şeyi görüyorsunuz, mutlu oluyorsunuz. Fal bir anda terapiye dönüşüyor. Bir türlü karar veremediğiniz durumlarda yüzlerce kişiye sorarsınız, size istediğiniz cevabı kimse veremez. Çünkü kimse geleceği bilemez. Fal ihtiyacı zaten buradan doğduğundan kartlara sorarken aslında kendi kendinize ne istiyorum ben diye soruyor oluyorsunuz. Falcı da burada sizin hislerinizle aranızdaki aracı kurum konumuna geçiyor.
Bence en iyisi fal denilen şeyi şarkılarda tutmak, papatya yapraklarında aramak ya da kahve ritüelinin keyifli bir parçası haline getirmek çok kaptırmadan. Geleceğin yazıldığına inanıyorsanız da inanmıyorsanız da sorgulamak yersiz. Düşünülmesi gereken tek şey bugün, o da hiçbir yerde yazmıyor, akıyor sadece. Özetle fala inanmaktan zarar gelmez ama falsız da yaşanır.

6 Aralık 2011 Salı

Barselona Tat Çıkarma Rehberi

Plansız programsız yapılan tatiller nedense hep en unutulmaz olanlardır. Yıllarca hayalini kurduğum Barselona gezimi son dakika kararıyla ayarlayıp Woody Allen filmi tadında bir 5 gün geçireceğim aklıma gelmezdi. Ne tarihi önemi, ne müzeleri, ne alışveriş noktalarından bahsedeceğim. Hiç bilmediğiniz bir yerin- ki burası her mevsim capcanlı Barselona’ysa- tadı nasıl çıkar merak ediyorsanız bu yazıyı kesip saklayın.
Her şey aslında gayet planlı bir şekilde tura katılarak başlanmıştı fakat bamlayan tur Bamtur mağduru olunca bir anda Barselona hayal olarak kalmaya devam etti. Ama hayat kısa daha fazla erteleyemem dedim ve Bayram tatilinin bir gün öncesinde uçak, otel ayarlayarak iki kız Barselona’nın yolunu tuttuk. Beklentisiz, umutsuz başlayan bu tatil Katalanların sıcak enerjisiyle bir anda pozitif yükle doldu.
CouchSurfing Farkı
Turist olarak gidip oralı gibi gezmek istiyorsanız oralılarla tanışmanız gerekir. Bunu gerçekleştiren ve dünya çapında milyonlarca üyesi bulunan bir sosyal paylaşım sitesi var: www.couchsurfing.org. Dünyanın her köşesinden her yaştan gezginler gitmek istedikleri ülkede kendilerine kalacak bir kanepe buluyorlar ya da dışarıda bir şeyler içerek tanışıp kaynaşıyorlar. Grup forumlarında bir sürü aktiviteyle karşılaşabilirsiniz. Profillerde bulunan referanslar da kişileri güvenilir kılıyor. Biz de bu site aracılığıyla ilk akşamımızı genel bir toplanma etkinliğinde geçirdik. İspanyollar dışında pek çok ülkeden de insanlarla tanıştık ve gezimizin gidişatı bir anda değişti. Bu arada bir Katalana İspanyol denmemesi lazımmış bunu da öğrendik. Barselona’yı Katalanlardan dinleyince elimizdeki rehberleri bir kenara attık ve onlara kulak verdik.
Kendi Rehberiniz Molaskine
Kulak verdiğiniz tüyoları, gezi anılarınızı ve geziyle ilgili alacağınız tüm notlar için bir molaskine edinin. Gideceğim adresleri yazıp, gittiğim yerlerin kartını, parkta kopardığım bir yaprağı, o an tanıştığım kişinin bir çizimi, fotoğraflar ne varsa kesip yapıştırıp tatil sonunda bir kitapçık haline getirmek ileride geriye dönüp baktığımda hazine değerinde bir anı bırakan bir alışkanlık. Blog tutmak da alternatif ama sayfaları çevirdikçe oranın kokusunu size asla verecek bir dijital ortam yok maalesef.
Bisiklet Turu
Mevsim kış da olsa her zaman bisikletle gezmek için güzel bir gün yakalanabilir. Sahil şeridini boylu boyunca bisikletle gezmek arada küçük sokaklara kaçmak, bir kafede soluklanmak, fotoğraflar çekmek huzur dolu bir aktivite olacaktır. Hep derim, Avrupa bisikletle gezilmelidir.
Manzara
Denizi olan ve ışıl ışıl parlayan bir kentte manzaranın güzelliği tartışılamaz. En güzel manzara noktalarıysa Montjuic Tepesi, Tibidabo ve W Hotel Eclipse Bar.
Gece Hayatı
Yazın buranın gecesi gündüzü yok. Kasım ayında beach keyfini yaşayamasak da gece hayatının altını üstüne getirmesini bildik. En popüler gece kulüplerinden Opium’da We Love Mondays adında tıklım tıklım dans eden insanlarla dolu bir parti olması sendromla geçen pazartesilerin bile keyfine vardıkları için kıskandırmadı değil. Bir diğer kıskançlık unsuru da burada herkesin dans edebiliyor olması. Mojito Club adında salsa kulübüne gidip bu acı gerçekle karşılaştık. Ama o kadar sıcakkanlı ve sabırlılar ki her işi yavaş yapmalarına rağmen 15 dakikada sıfırdan salsa öğretebiliyorlar. Flamenko şova gitmek yerine böyle bir kulüpte canlı müzik eşliğinde dans edenleri izlemek daha keyifli bir seçenek olabilir. Geceleri en hareketli yer Port Olympic sahil kenarındaki sıra sıra kulüpler. En güzel manzara ve ambiyanssa şüphesiz şehrin en dikkat çekici yapısı W Hotel’in 25.katındaki Eclipse Bar. Manzaraya mı dalsam ambiyansa mı yoksa müziğe mi diye kararsız kalıyorsunuz. Mutlaka görülmeli. Kulüpler öncesinde ise küçük meydanlardaki ve sevimli ara sokaklardaki publar ideal. Favorim Born bölgesindeki barlar. Bura bana Soho’yu anımsattı.
İspanyol Mutfağı
İspanyol mutfağı konusunda şansımız pek yaver gidemese de (tüm hedef noktaların kapalı olması, yer olmaması, kaybolmak vs.) bir sahil kentinde biz Akdenizlilerin aç kalması pek muhtemel değil. Tapas, paella ve Barcolenetta bölgesinde balık restoranları denenmeli. Burada en önemli öğün öğle yemeği. Akşam da geç saatlerde tapasla geçiriliyor. Benim “churro tatlınız çok güzel” diyip “o tatlı değil biz onu kahvaltıda yiyoruz” tepkisiyle karşılaştığım çikolataya bandırılan çubuk churrolarsa denilenin aksine her dakika yenilebilecek bir lezzet. Bouqeria Pazarınaysa uğramadan asla dönülmemeli.
Foto Tur
Artık amatör kameralarla birbirimizi çekip beğenmemekten çok sıkılmıştık ki profesyonel fotoğrafçı bir arkadaşımızın foto tur teklifiyle aydınlandık. 2 saat boyunca Barselona’nın keşfedilmemiş en güzel yerlerinde moda çekimi tadında profesyonel fotoğraflarınızı çektiriyorsunuz, bir yandan turistik tur yaparken bir yandan da kendinizi top model gibi hissediyorsunuz. İnanılmaz keyifli bu etkinliğin bir de fotoğraf eğitimli olanı var. Yolunuz düşerse James Wardell doğru adres.
Forza Barça!
Futboldan en anlamayanı bile futbola sardıracak fanatizm işte tam bu şehirde mevcut. Dünyanın en çok takip edilen liginin en önemli takımı F.C.Barselona olunca futbol coşkusunu yaşamadan gitmek olmaz. Olur da maça denk gelirseniz muhteşem stadyumlarında izleme şansını deneyin. Olmasa da Nou Camp ihtişamı ve müzesiyle mutlaka gezilecek yerler arasında olmalı.
Tabi Barselona bu kadardan ibaret değil. Tarihi güzelliklerine, mimarisine hiç girmiyorum. İlla ki gidince görülecektir. Her mevsim gidilesi farklı tatlarla dönülebilecek bir kent burası. Keyiflerine olan düşkünlüğüyle tanınan bir ülkeden keyifsiz dönmek zorlasanız da mümkün değil. Sadece Barselona’ya gidin ve akışına bırakın, unutamayacaksınız.

3 Kasım 2011 Perşembe

MUPRHY VS. SECRET


Yıllarca yazıldı, çizildi, kuantum fizikten girildi Secret’tan çıkıldı. Evrenin sırrı çekim yasası dediler, herkes bir hayale yapışık yaşar oldu evreni çekeceğim diye. Yogaydı, reikiydi bu sefer de boş bakan gözler huzuru arar oldu. Herkes istediklerini elde etmek için bir felsefe benimsemeye başladı ama unutuyorlar ki alt etmeleri gereken Murphy varken işleri çok zor...
Yaşadığım ultra traji komik deneyimler Murphy’nin kitabını ben yazdım dedirtirken “ e yazayım gerçekten bari” dedim. Birşeye körü körüne inanmanın hep gülünç olduğunu düşünmüşümdür. Nazar boncuğunu bile hoş durduğu için takarım. Hiçbir zaman heyecanla ”burcun ne?” diye sormamışımdır. Yogada herkes transa geçerken ben çıkışta ne yesem diye kara kara düşünüyor olurum. Ama bir ara fenomen olan Secret akımını merak edip okumadım değil. Yazanlar hayatımı değiştirmedi ama literatürüme “secret yapmak” kavramını soktu. Çok istemenin yerine başka bir sözcük gelmişti artık. Ama istemek gerçekleşmesi anlamına gelmiyormuş çünkü çekim yasasının yanında bir de iten yasa varmış; hepimizin korkulu rüyası Murphy...
Adımı telafuz edemeyen yabancıların Murphy diye hitap etmesiyle hayatımı yöneteceği sinyalini çok önceden vermişti zaten kendisi. Murphy Kanunları Amerikalı mühendis Edward A. Murphy jr. tarafından başarısızlıklar ve hata kaynaklarının karmaşık sistemlerde incelenmesi üzerine ortaya konan özdeyişler olarak biliniyor. Özetle Murphy, “ters gidebilecek herşey ters gidecektir” ilkesiyle Secret’ın tam tersi olarak negatif enerjisiyle her işimize su koymakatadır. En basitinden “neden hep arabayı yıkattığımda yağmur yağıyor?” diye düşünüyorsanız sebebi kuşkusuz Murphy’dir. Aslında Murphy Kanunlarının da belli bir mantığa dayanan geçmişi var. Murphy’e göre bir olay mümkünse gerçekleşir. Az organizasyon ve daha çok kaos olasılık olarak sıkı organizasyon ve daha çok düzene göre ezici bir üstünlüğe sahiptir. Yani nerede kaos orada olasılık. Örneklemek gerekirse:
  • Bir şey çok gizliyse fotokopi makinasının yanında unutulur
  • Hoşlandığınız çocuk siz bol sarımsak veya soğan tükettiğiniz sırada sizinle konuşur
  • Tüm paranıza kıyıp aldığınız ayakkabı siz aldıktan 1 gün sonra yarı fiyatına düşer
  • Hostes kahve servisini yapar yapmaz uçak hava boşluğuna düşer
  • Beyaz giyerseniz üstünüze yemek dökülür
  • Akan şeride geçerseniz trafik durur
  • Juliet masuscuktan zehir içer Romeo kendini öldürür
Örnekler bir sürü zıtlıklarla çoğaltılabilir. Hayatı Mr.Bean gibi yaşamak istemiyorsanız Murphy’e kafa tutmak gerek ama çaktırmadan. Ne olursa olsun o çocuk sizle konuşsun mu istiyorsunuz basın soğanı sarımsağı ama Murphy’e çaktırmadan cebinize bir mint atın. Gece şık bir yerlere gidesiniz var ama planınız mı yok en paçoz kıyafetlerinizle çıkın illa ki bir fırsat çıkacaktır ama Murphy’e çaktırmadan çantaya bir ruj atın. O küçük kurtarıcılar da bir yerde içinizdeki Secret oluyor. Ama beyni bu kadar yormak yerine plan yapmayı bırakırsanız o plan altüst olduğunda diğer olasılığı düşünüp hayıflanmazsınız. Kısaca en kolay kurtuluş yolu başarabiliyorsak düşünmemek, akışına bırakmak. Bunu da abartıp “şurada ne yazıyorsa o” kıvamına getirmemek lazım tabi. Hayat ne boşvermek için ne de planlarla karmaşıklaştırmak için çok kısa. Siz sağınıza Secret’ı solunuza Murphy’i alıp dengeyi kurun yeter.